Pazartesi, Temmuz 17, 2023

FARKLILIKTAN HİYERARŞİYE

 




BU DOĞADA MI VAR?

-Nicole Bacharan1: Bir antropolog ve etnolog olarak, insanların toplum içindeki davranışlarını inceliyorsunuz. "Arkaik" olarak adlandırılan etnik grupların arasına karışıp gündelik yaşamlarına katıldınız ve bu sizi uzak geçmişe, insanlı­ğın kökenlerine kadar inmeye itti. Yalnız öncelikle şunu sormak istiyorum: Afrika'da, Asya'da, Avustralya'da hala varlığını sürdüren bu ilkel toplumların gerçekten de eski atalarımıza benzeyip benzemediklerini nereden bileceğiz?

-Françoise Héritier2: Burada temel ölçüt, yaşamını sürdür­me (geçinme) şeklidir. Tarım yapmayan, hayvan yetiştirmeyen, madencilik konusunda bilgi sahibi olmayabilen "avcı toplayıcı" toplumlardan bahsettiğimizde, Yontma Taş Devri'ne dayanan bir yaşam şeklini sürdürdüklerini kabul ediyoruz. Gereksinim­lerini doğadan alarak karşılamakla yetiniyorlar. Avlanıyorlar, balık tutuyorlar, sebze ve meyve topluyorlar. Bunlar göçebe topluluklar ve bazen çok uzak mesafeler kat etmek zorunda kalabiliyorlar. Afrika'da Pigmeler ve Buşmanlar görece daha sabit yerleşim yerlerine sahip olsalar da, yaşadıkları bölgenin verimi azaldığında ve gereksinimlerini başka yerden karşılama­ları gerektiğinde, bir günden diğerine yer değiştirebilirler. Yaşa­ma şekilleri, Cilalı Taş Devri öncesi atalarımıza büyük olasılıkla çok benzemektedir. Ama onların da bir tarihi vardır ve zaman içinde evrim geçirmişlerdir. Dolayısıyla burada benzerlikler söz konusudur ama bire bir aynılıktan söz edilemez.

- Bu arkaik toplumlar, "insanlığın şafağında" kadınlar ile erkekler arasındaki ilişkilerin nasıl olabileceği konusunda size bilgi sağlayabildi mi?

- İnsan toplumları, kadın erkek ilişkisi hakkında sabit ve özdeş bir imge sunmazlar. Temelde büyük bir birlik olsa da, çeşitlilikler, uyuşmazlıklar vardır. Ancak, gözlemleyerek, analiz ederek, karşılaştırarak, kuruluş efsanelerini dinleyerek -çünkü bizim toplumumuz da dahil olmak üzere bütün toplumların "her şeyin nasıl başladığını" anlatan kuruluş efsaneleri var­dır-, çıkarım yaparak, ilkel insanlığın nasıl olması gerektiğini yeniden biçimlendirmeye cüret ettim. Kuşkusuz ben yalnızca varsayımlar formüle ediyorum, çünkü elimizde herhangi bir kanıt yok; insan zihni maddi izler bırakmıyor. Yine de uzak geçmişimizin ve dolayısıyla da geçmişte kadınlarla erkekler arasında var olan ve arkadan gelenlere bir model oluşturan ilişkilerin nasıl olabileceği konusunda bir fikir edinmemiz mümkün oluyor.

- Peki şu kadim soruya, "Anatomik özelliklerin dışında bir kadını kadın yapan nedir?" sorusuna karşılık bulabildiniz mi? Kökenlerimize inildiğinde "kadın doğası" diye bir şeyin var olup olmadığını belirlememiz mümkün mü?

- Bu hep sorulan bir soru. Bütün toplumlarda karşımıza çıkan evrensel inanış, bir erkek doğası olduğu gibi, bir kadın doğasının da olduğunu kabul ediyor. Bu, bir cinsiyetin bütün üyelerinin, anatomik veya fizyolojik özellikleri dışında, kendi cinsiyetlerine özgü yatkınlıklara, davranışlara, niteliklere ya da kusurlara sahip olması demek.

- Buna göre kadınlar. ..

- Zayıf, aptal, meraklı, pek güvenilir olmayan, geveze, kıskanç, aklı havada, mantıksız ve histerikler! Yahut da, o kadar da olumsuz olmayan bir nitelendirmeyle, kırılgan, yumuşak, fedakar, saf, utangaçlar. .. Bütün bu özellikler "doğalarında var". Dolayısıyla da -"doğası gereği" güçlü, mantıklı, iradeli, cesur vb. olan- erkek cinsinin, kadın doğasında bulunan olumsuzlukları denetim altında tutmak için egemen konumda olma­sı uygun olacaktır.

Bir kadın doğasının ve bir erkek doğasının bulunduğuna yönelik bu inanış şüphesiz kültüreldir ve kültürel olarak aktarılır. Bence, her iki cinste de kişiyi kıskanç, müsrif, aklı havada veya aksine hoşgörülü, tutumlu, ciddi vb. olmaya yatkın hale getiren bir şey yoktur. Yatkınlığı ve davranışların aktarılmasını sağlayan, bir cinsin diğerine üstünlüğünü haklı çıkaracak biyolojik bir özellik yoktur. Farklılıklar bireyseldir. Cinsiyetlerden biri veya diğeri için tipik olduğu düşünülen farklılıklar ise, büyük ölçüde kültür tarafından nesilden nesile aktarılmıştır.


NE ANNEN NE KIZ KARDEŞİN

- "Doğası gereği" erkeklere veya kadınlara özgü olduğu düşünülen bu özellikler, bir toplumdan diğerine değişiyor olmalı?

- Evet değişiyor ama ben yine de şu sonuca vardım: Dün­yanın dört bir yanında, her yerde ve her zaman, erkeğin kadın­dan üstün olduğu kabul ediliyor. Benim "cinsiyetler arası değer ayrımcılığı" olarak adlandırdığım şey, insanlığın başlangıcında yerleşmiş bir kavram: İki cins eşit değere sahip değildir, biri diğerinden daha "değerlidir" ve dolayısıyla da erkeğin "değeri" kadından yüksektir.

- Bu sonuca nasıl ulaştınız?

- Claude Levi-Strauss'la birlikte yürüttüğümüz çalışmalar beni bu sonuca ulaştırdı. Bu çalışmalarda, yaşanabilir bir top­lum oluşturmak için gereken temel şartın ensest yasağı olduğu­nu saptadık. İnsanlığın şafağında, Homo sapiens sapiens'e ve Neandertal insanına ilerleyen dallar ana soyağacından ayrıldı. Farklı "insanlaşmalar" oldu ve bu iki tür başarıya ulaştı. Sonun­da yalnızca bizim türümüz, yani Homo sapiens sapiens kaldı. İlk insan gruplarında toplumun oluşabilmesi için, babaların kendi kızlarıyla ve erkek kardeşlerin kız kardeşleriyle çiftleş­mekten vazgeçmeleri gerekti.

- Toplumun oluşabilmesi için bu neden gerekliydi?

- ilk Homo Sapiens topluluklarını gözünüzün önüne getirin: Bütün bireyler birbiriyle akraba, kendi grupları içinde yaşı­yorlar, kendi aralarında ürüyorlar ve yabancıları kabul etmiyor­lar. Bu durumda ister istemez hepsi birbiriyle akraba üyelerden oluşan, yırtıcı, doğada yaşayan ve bazı şeylerin etkisiyle başka gruplarla karşı karşıya gelen birimler oluşacaktır. Kazara bazı gruplar birdenbire üreyemez hale gelebilirler: Kadınlar ölebilir veya kızlardan daha çok erkek çocuk doğabilir vb. Dolayısıyla bu gruplar, kadın çalmak için başka gruplara saldıracaklardır.

- Pek sakin bir başlangıç sayılmaz ...

- Kesinlikle. Ensest yasağı düzenleyici bir rol oynamış, birbirini öldürmek yerine, işbirliği yapılmasını sağlamıştır. Levi-Strauss, bu kararın evrensel olduğunu, insanlığın var olduğu her yerde alındığını söyler: Erkekler -artık çiftleşme­dikleri- kızlarını ve kız kardeşlerini takas edilecek akçe olarak kullanmaya karar vermişlerdir. Onları, diğer gruplardaki erkek­lerin kızları ve kız kardeşleriyle takas ederler. Böylece erkekler "kayınbirader" haline gelir. Kayınbiraderler arasında bazen saldırganlık olabilse bile, yardımlaşma da söz konusudur. Döl­leme güçleri gruplar arasında dağıtılmış olur. "Diğeri", yabancı, tanınmış olur ve üstüne üstlük onunla bir ilişki de kurulur.

-Nasıl bir ilişki bu?

- Bireylerin arasında resmi bağlar kurulmuş olur; dolayısıyla bunu daha o zamanda bir tür evlilik olarak adlan­dırabiliriz. Bu evlilik iki soy arasında sosyal bir sözleşme olarak kaydedilir, bölgede kolektif barışı sağlar ve kadınlar üzerinde cinsel bir tahakküm oluşturur. Soylar arası evliliğin ve sözleşmenin mümkün olabilmesi için, erkeğin de kadının da kendilerini birbirlerine bağımlı hissetmeleri gerekir. Genellikle birisi avlanır, diğeri toplayıcılık yapar. Erkekler, büyük hay­vanları avlama ve grubu yırtıcı hayvanlardan koruma görevini üstlenirler. Kadınlar ise barınılan yerin yakınında kalır, sütten kesilmemiş çocukların gözetiminden sorumlu olurlar. Bu görev dağılımı nesnel sınırlamalardan kaynaklanıyor olabilir: Gebe veya emziren bir kadın daha az hareket edebilir; bu hiçbir entelektüel ya da fiziksel eksiklik doğurmaz. Ancak asıl sınırlamalar ideolojik kaynaklıdır. Ayrıca görev dağılımı kültürler arasında da değişiklik gösterir. Örneğin Doğu Afri­ka' da yakın zamanlara kadar dikiş ve dokumacılık erkeklere ayrılmış görevlerdi.

- Evlilik, soy, görevlerin dağılımı ... Bütün bunları cinsiyet ayrımcılığı yapmadan, herkesin yararına olacak şekilde düzen­lemek mümkün olabilirdi.

- Aslında bu yapılandırmada bir şeyin eksik olduğu geldi aklıma. Erkeklerin kızları ve kız kardeşlerini başka erkeklere vermeye karar verebilmesi için, öncelikle kendilerinde bu hakkı görmeleri gerekiyordu. Etnolojik veriler, erkekler arasındaki bu sözleşme şeklinin dünyanın dört bir yanında geçerli olduğunu ortaya koymuştur. Bütün enlemlerde, birbirinden çok farklı gruplarda kadın değiş tokuşu yapan erkekleri görüyoruz ama bunun tersine hiç rastlanmıyor. Hiçbir zaman erkek değiş toku­şu yapan kadınlara veya aralarında kadın ve erkek değiş tokuşu yapan karışık gruplara rastlamıyoruz. Hayır; yalnızca erkekler bu hakka sahip ve bu durum dünyanın her yerinde geçerli. Cinsiyetler arası değer ayrımcılığının Yontma Taş Devri'nden, ta insanlığın başlangıcından beri süregeldiğini öne sürmemin altında yatan olgu da işte bu.

- Cinsiyetler arası değer ayrımcılığı ensest tabusundan da mı önce geliyor?

- Daha önce geldiğini söylemiyorum ama en azından eşza­manlı olduklarına eminim. Cinsiyetler arası değer ayrımcılığı, sosyal yapılanmanın temel unsurlarını birleştiren bir bağ görevi görür. Bu unsurlar da, soylar arası sözleşme, bireyler arasındaki evlenmeler ve görevlerin dağılımıdır. Bütün bunlar cinsiyetler arası değer ayrımcılığına göre işler.


ERKEK KADINA AĞIR BASAR

- Ama neden? Komşularla barış içinde veya en azından işbirliği yaparak yaşamak için alınan ensest yasağı kararından, erkekler kadar kadınlar da yararlanabilirdi. Bu karar yalnızca erkeklerin kadınları değiş tokuş etme hakkına sahip olmasını gerektirmiyordu. Kadınlar neden bu durumu kabullendiler?

- Bunu anlayabilmek için atalarımızın dünyasını gözü­müzün önünde yeniden oluşturmaya çalışmamız gerekiyor. Onlar da aynı bizim gibi, çevrelerini gözlemleyerek sonuçlar çıkarmaya çalıştıkları bir ortamda yaşıyorlardı. Doğayı, mev­simleri, geceyi ve gündüzü, vücutlarını, doğumu ve ölümü vb. inceliyorlardı. Üstünde hiçbir yaptırımları olmayan bu değişmez kavramları yorumlamaya çalışıyorlardı. Buna "dünyayı anlam­landırmak" diyoruz. Bu sınavda da ancak ellerinde ne varsa ondan, yani beş duyudan yararlanabilirlerdi. Mikroskop, kızılö­tesi ışınlar ve buna benzer sofistike cihazlardan yoksundular. Ve neyi fark ettiler dersiniz? Değişmez kavramların en önemlisini; insan da dahil olmak üzere hayvanlar aleminin tamamı için geçerli olan cinsiyet farklılığını! Türler arası ve bireyler arası farklılıkların ötesinde, her yerde karşımıza çıkan bu farklılığı fark etmemek mümkün değildi. Her yerde erkekler ve dişiler vardı. Bütün türlerde, erkeklere ve dişilere özgü organlar bulu­nuyordu: Erkeklerde penis, kadınlarda vulva. Tabii burada böceklerden veya denizatlarından değil de, bu farkın ilk bakışta ayırt edilebileceği memelilerden ("gerçek hayvan" modelinden) söz ediyorum!

- Dişilik ve erkeklik organları ... Bunlar dişiler ile erkekler arasındaki kesin ve tartışmasız tek farkı oluşturuyor değil mi?

- Evet, anatomik ve fizyolojik bir fark. Bu organlar, tamamen kendilerine özgü nitelikte salgılar üretirler: Erkekler sperm sıvısı (meni) çıkarırken, kadınlar düzenli aralıklarla kan kaybeder ve süt salgılarlar. Bu fark gözle görülür niteliktedir ve atalarımız da şüphesiz bunları gözden kaçırmamışlardır. İşte ilk gözlemlerin temeli buna dayanıyor.

- Daha sonra ne oldu?

- Bence insan düşüncesi bu gözlemden yola çıkarak yapılandı: "Dünyada birbirinin aynı ve birbirinden farklı şeyler vardır." Ardından her şey incelendi ve bu iki başlık altında sınıflandırıldı: Birinci grupta birbirinin aynı olan şeyler; ikinci grupta ise, yine kendi arasında aynı olan ama birinci gruptan farklı olan şeyler yer aldı. İşte insanlığın düşünce şekli budur.

Bu kurala uymayan hiçbir toplum bulamazsınız. Bütün dillerde, sıcak ile soğuğu, kuru ile ıslağı, sert ile yumuşağı, aydınlık ile karanlığı, yüksek ile alçağı, etkin ile edilgeni, sağlıklı ile sağ­lıksızı birbirinden ayıran ikili kategoriler vardır. Düşünürken yararlandığımız soyut kategoriler de söz konusudur (soyut ve somut, kuramsal ve deneyimsel, kültürel ve doğal gibi) ve bence bu kategoriler de aynı ile farklı arasındaki bu karşıtlığı temel alırlar. Bunların hepsi, dişi ile erkeği karşı karşıya getiren bu açık ayrımdan doğmuştur.


- Peki, bu "iki büyük kategori halinde sınıflandırma" ne zaman cinsiyetler arası değer ayrımcılığına yol açtı?

- Bütün dillerde bu ikili kategoriler eril veya dişil olarak ifade edilir. Örneğin, Yunan düşüncesinde sıcak ve kuru eril, soğuk ve nemli dişildir. Aynı sınıflandırmaya gelenekçi top­lumların çoğunda da rastlarız, çünkü somut gözlemlere dayan­maktadır. Bir hayvan öldürüldüğünde kanı akıtılır ve hayvan kanını kaybettiğinde soğuk, hareketsiz ve ölü hale gelir. Demek ki yaşam hareket ve sıcaklık, ölüm hareketsizlik ve soğukluk­tur. Peki neden sıcak ve kuru olan erkek oluyor? Çünkü erkek her ay kan kaybetmez. Oysa kadın adet dönemlerinde düzenli olarak kan kaybeder ve bunu engellemek için elinden hiçbir şey gelmez.

- "Sıcak ve kuru", yani erkeklere atfedilen özellikler "soğuk ve nemliden" daha mı üstün tutuluyor?

- Hiyerarşi bu ikili gözlemler arasına sızmıştır: Her zaman bir olumlu bir de olumsuz; bir üstün bir de aşağı kategori var­dır. Etnolojik gözlemler, olumlunun her zaman erkek tarafında, olumsuzun da dişi tarafında olduğunu ortaya koymaktadır. Bu, kategorinin kendisinden bağımsızdır. Dünyanın her yerinde belirli bir özelliğe aynı değer verilmez. Verilen değer, özelliğin erkek cinsiyetine veya kadın cinsiyetine atfedilmiş olmasına göre değişir.

- Yani?

- Örneğin bizde, Batı'da, maddeye etki etmenin sembolü olan "etkinlik" daha değerlidir ve dolayısıyla da erkeğe atfedilir. Öte yandan pek takdir edilmeyen bir özellik olan "edilgenlik" kadına atfedilir. Hindistan' da ise tam aksi geçerlidir: Edilgenlik dinginliğin sembolüdür ve dinginliğe ancak bir dizi çile sonra­sında ulaşılabilir. Burada edilgenlik eril bir özelliktir ve değeri yüksektir. Buna karşılık her zaman biraz düzensiz bulunan etkinlik dişildir ve takdir görmez. Farklı ülkelerde ve farklı zamanlarda bakış farklılıkları olabilse de, erilliğe yüksek değer biçilmesi değişmeyen, evrensel bir nitelik taşır.

- İki cinsiyetin birbirini tamamladığı hiçbir zaman düşü­nülmemiş mi?

- Şu veya bu bölgesel teoride bazen bu şekilde sunulsa da, gerçekte her zaman bir güçlü bir de zayıf cinsiyet, bir majör bir de minör cinsiyet var. Bir diğer örnek: Avcı toplayıcı toplu­luklarda erkekler yayları ve mızraklarıyla avlanarak et getirir. Et, çok beğenilen bir yiyecek olmasına rağmen grubun yiyecek gereksiniminin yalnızca yüzde 20'sini karşılar. Kadınlar ise daha az prestijli olan sebze meyve toplama rolünü üstlenmişlerdir ama bu şekilde yiyeceğin yüzde 80'ini karşılarlar. Bu halklarla ilgilenen bütün etnologlar aynı şeyi söyler, bu oran sabittir. Dolayısıyla aslında kadınlar grubun yaşamını sürdürmesinde çok önemli bir role sahiptirler. Oysa bu, dünyanın her yerinde avcılığın toplayıcılıktan çok daha fazla önem verilen bir etkin­lik olmasını engellemez. Dünya genelinde cinsiyete göre rol dağılımı erkeklerin lehinedir ve ön planda erkeğin çalışmasının ürününe önem verilir.


ÇOCUK DURMANIN SAĞLADIĞI MÜTHİŞ AYRICALIK”

- Demek ki cinsiyetler arası değer ayrımcılığı, bir bakışta göze çarpan anatomik farklılıklardan veya görevlerin dağılımın­dan farklı bir şeyden kaynaklanıyor. ..

- Kesinlikle. Ben bunun altında başka bir gözlemin yat­tığına inanıyorum: Çocuk doğuranlar kadınlardır. Eril bakış açısından bakarak ben bunu "çocuk doğurmanın sağladığı müthiş ayrıcalık" olarak adlandırıyorum. Burada anlaşılmaz olan bir şey var!

-Açıklar mısınız?

- Atalarımızın zekasını zorlayan sorun şuydu: "Nasıl oluyor da şekli diğer dişi bedenlerle bire bir aynı olan dişi bir bedenden -bir kadından-farklı şekilli bir beden çıkıyor?" Kadı­nın kendisiyle aynı şekli taşıyan bedenler üretmesi akla yatkındı, kadının kız çocuklar doğurmasında şaşılacak bir şey yoktu. Peki, kadınların kendilerinden farklı olanı üretmelerine, yani erkek çocuklar doğurmalarına ne demeli? Ve neden erkekler de kendileriyle aynı şekli taşıyan bedenler üretemiyorlar, neden onların erkek çocukları olmuyor?

- Bu gerçekten de çok esrarengiz görünmüş olmalı. Eski toplumlarda bu gizem nasıl çözülmüş peki?

- Bu soruya verilen yanıt her yerde aynıdır. Eğer kadınlar kendilerinden farklı olan bir şey üretebiliyorlarsa, bu bir güçten, onlara ait bir yetenekten kaynaklanmaz. Hayır; bu farklı şey onların içine dışarıdan yerleştirilmiştir. Çocukları kadınların içle­rine yerleştiren erkeklerdir. Zaman zaman, cinsel ilişkide kadın baskın hale geçer ve bir kız çocuk doğar ki bu da yararsız sayıl­maz, çünkü o da büyüyünce anne olacaktır. Ancak söz konusu erkek çocuklar olduğunda, onları kadınların içine yerleştirenler kesinlikle erkeklerdir. Kadınlar yalnızca birer dölyatağı, birer araç ya da Afrika' da denildiği gibi birer "tencere" den ibarettir.

- Yine de böylece erkek çocuklar üretiyorlar. Bu tencere rollerinde saygı göreceklerini düşünebiliriz öyleyse. ..

- Bazen saygı görmüşlerdir ama bu yine de kadına daha az değer verilmesini engellemez. Çünkü erkeklerin çözümlemeleri gereken pratik bir sorun vardır: "Çocuk doğurmanın sağladığı bu müthiş ayrıcalıktan" yoksun olan erkekler, erkek çocukla­rın kendilerinin olduğundan nasıl emin olacaklardır? Bunun için kadınları sahiplenmeleri gerekir. Bir çocuğun yetiştirilmesi zaman alır: Gebelik, ardından bazen 5 yaşına kadar sürebilen emzirme dönemi. Hatta 5 yaşında bile çocuğun beslenmek için annesine gereksinimi devam eder. Dolayısıyla erkek çocuk doğuran bu kadını alıkoymak ve sahiplenmek gerekir.

- Nasıl? Güç kullanarak mı?

- Güç -veya güçle korkutmak- bazen bunda rol oynayabilir ama bu şart değildir. İşin özü, kadınların özgürlüğünü çocukluklarından itibaren ellerinden almakta yatar. Kadınlar birey olma, diğer bir deyişle kendileriyle ilgili kararları kendileri alma hakkından yoksun bırakılırlar. Kendi yazgıları hakkında söz sahibi olamazlar; birer üretici, erkeklerin erkek çocuk sahibi olmak için gereksindikleri basit bir araç gibi verilirler. Bilgiye erişimleri de engellenir, çünkü erkeklerin bilgilerine erişmelerine izin vermek, onlara potansiyel olarak bağımsızlaşma imkanı sunmak anlamına gelecektir.

- Bilginin bir bağımsızlaşma aracı olduğu bilinci bütün kültürlerde var değil mi?

- Evet, yazının, kitapların, doğrulanmış bilimsel bilgilerin bulunmadığı kültürlerde bile, her zaman "bilen" ve saygı duyu­lan kişiler olur. Bu kişiler efsaneler, bitkiler, gizemler vb. hak­kında bilgi sahibidirler. Soruları yanıtlayabilirler. Samo3 toprak­larında buna ben de şahit olmuştum: Kadınlar şunu veya bunu yiyip yiyemeyeceklerini, hangi bitkiyi ne zaman toplayacaklarını danışmak için yağmur üstadına ya da toprak üstadına danışma­ya geliyorlardı. Bu sorulara, yanıtı bilen kişi karşılık veriyordu. Kuşkusuz kadınlar yaşamları süresince öğreniyorlardı ama bazı sorular için mutlaka bir bilene danışmak gerekiyordu. Doğal olarak, bilgiye erişimin engellenmesi, yazının bulunması ve bilgilerin kitaplara kaydedilmeye başlamasından sonra daha belirgin bir hal aldı. Özgürleştirici nitelik taşıyan bu bilgiye erişim, Batılı toplumlarda bile uzun süre kadınlara yasaklandı (Batı toplumlarında bilginin herkese açık hale gelmesinin ancak yüz yılı biraz aşan bir geçmişi vardır).

- Özel bir bilgiye sahip olan kadınlar da yok mu?

- Evet, şaman kadınlar, ebeler var tabii. .. Ancak burada sınırlı, belirli bir konuyla ilgili bilgiler söz konusu. Daha genel anlamıyla bilgi erkeklerin tekelindedir. Kadınların, kapatıldıkları ev yaşamının dışında kalan bu bilgiye ulaşması istenmez. Kadın cahil bırakılır, vesayet altında tutulur ve onun için biçilen yazgıyı kabul etmeye zorlanır. Kaderinde çocuk -özellikle de erkek çocuk-doğurmak, sonra da bu çocukları besleyip büyüt­mek vardır.

- Demek kadınları tahakküm altına almada yararlanılan araçlar şunlar: Bağımsızlığın kısıtlanması, bilgiden yoksun bırakma, ev hizmetine mahkum etme.

- Dolayısıyla güçten ve otoriteden de yoksun bırakma. Bütün bunlara bir de aşağılama durumu ekleniyor.

- Aşağılamaya varacak kadar ileri gidilmesinin nedeni ne peki?

- Bu bariz bir zorunluluk! Dişi cinsiyeti aşağılamadan, kadını kendisiyle ilgili kararları almaktan, bilgiye erişimden, güçten yoksun bırakmak nasıl haklı gösterilebilir ki? Elbette, aşağılama şarttır. Kadınları kendilerinin daha aşağı seviyede olduğuna inandırmak; eğer bağımsız değillerse, bunun özgür­lüklerini yanlış kullanacak olmalarından ileri geldiğini onlara hatırlatmak gerekir. Bilgiye erişemiyorlarsa, bunun nedeni akıl­dan ve yargılama yeteneğinden yoksun olmalarıdır; güce sahip değillerse, akılları bir karış havada ve kendiliğinden histerik olduklarındandır.

- Özetle, sonunda bu "doğal" duruma boyun eğmeleri için onları yeterince aşağılamak gerekiyor.

- Evet. Cinsiyetler arası değer ayrımcılığının temelini oluş­turan bu ilkel gözlemlerin tümüne, "arkaik egemenlik modeli" adını veriyorum ben. Bizler de hala bu modele göre yaşıyoruz.

Günümüzde küçük bir çocuğa yeni bir kız veya erkek kardeşin gelişinin nasıl açıklandığını düşünün. Benim gençliğimde çocuk­ları ya leylekler getirirdi ya da lahanalardan veya güllerden çıkarlardı o ayrı! Bugünse biyolojik gerçeğe uygun açıklamalar yapmaktan yanayız. Peki ne diyoruz? "Baba, annenin içine küçük bir tohum koyar, küçük tohum büyür ve bir gün bebek annenin karnından dışarı çıkar." Bu açıklama önemsiz görüne­bilir ama aslında arkaik egemenlik modelini tekrarlamaktadır. ilkel topluluklardaki gibi, kadın yine tencere konumundadır! Üstelik bu tencere örneği, barışçıl bir örnektir. Oysa bu arka­ik egemenlik modeli ceza olarak da kullanılmaktadır. Savaş zamanlarındaki zorlama gebelikleri buna örnek gösterebiliriz.

- Erkeklerin kadınlara tecavüz edip, düşük yapamasınlar diye onları bir süre rehin tutmalarından bahsediyorsunuz. ..

- İspanya İç Savaşı'nda, Francocular Cumhuriyetçi kadın­lara "Karnında bir Francocu taşıyacaksın," diyorlardı. Aynı duruma -ne yazık ki- eski Yugoslavya'da da şahit olduk. Müslümanlar Hıristiyan kadınlara "Karnında bir Müslüman taşıyacaksın! " dediler, Hıristiyanlar da Müslüman kadınlara tam tersini söyledi. Bu, bireyin bütün kimliğinin, politik ve dini kimliği de dahil olmak üzere, babanın sperminden geldiği anlamını taşıyor. Oysa tecavüz sonucu bile doğsa, doğacak çocuğun, eğitim ve içinde yetiştiği ortamın şekillendireceği bir birey olacağını herkesin bilmesi gerekir.

- Özellikle de politik ve dini kimlik açısından ...

- Bu cezalandırma davranışları, uzak atalarımızın düşünce ve ifade şekli olan arkaik egemenlik modelinin günümüzde biz­ler arasında da hala oldukça canlı olduğunu gösteriyor.


ERKEKLER ARASI REKABET

- Peki, erkeklerdeki bu kadınları aşağılama ve savaş zamanlarında her anlamda "işgal etme" isteği nereden geliyor? Burada kadınlar ile erkekler arasında bir rekabet mi söz konu­su? Erkekler "çocuk doğurmanın sağladığı müthiş ayrıcalıktan" mahrum oldukları için öç mü alıyorlar? Yoksa bu erkekler arasında bir mücadele, düşman kampındaki erkekleri yenme ve aşağılama arzusu mu?

- Burada erkekler arasında bir rekabet söz konusudur. Aynı durum, kadınların eşitçi olmayan dağılımı için de geçer­lidir. Çokeşliliğin yaygın olduğu toplumlarda bazı erkeklerin kendilerine bir eş edinmeden önce uzun süre beklemesi gerekir, çünkü daha güçlü, daha zengin olan diğer erkekler birden fazla eş alma ayrıcalığına sahiptir. Ancak iş bu kadarla da kalmaz. Erkeklerin cinselliği, diğer erkekler tarafından kendileri açısın­dan tehditkar ve zararlı görülür; buna telegoni düşüncesiyle ilgili inanışları da eklemek gerekir. Bu nedenle, tecavüz sonucu gebe bırakılan kadınlar, içinde yaşadıkları topluluk tarafından dışlanırlar. Artık onları kimse istemez. Diğer erkeklerin cinsel­liğinin erkekler için yarattığı tehlike; cinayet ve kadını "yalnızca kendine" saklama arzusuyla da kendini gösterebile­cek kadar ileri gidebilir.

- Burada erkeklerin erkek cinselliğinden iğrenmesi, kork­ması mı söz konusu? "Bir başka erkek karımın, kızımın, kız kardeşimin ırzına geçerse", o artık lekelenmiş bir kadın olur, uzaklaştırılması ve hatta öldürülmesi gerekir diye mi düşünü­lüyor?

- Bu durumda erkek de en az kadın kadar lekelenmiştir; hem lekelenmiştir, hem de kadın aracılığıyla tehdit altında kal­mıştır. Bunu antropolojik olarak analiz edebilirim; bu durum bizim zihniyetimize ilk başta yabancı gibi görünse de, aslında bize pek de uzak sayılmaz. Eski toplumlarda bir kadının kocasından başka bir de sevgilisi varsa, koca yalnızca lekelenmekle kalmaz, aynı zamanda tehlike altında da kalır. Burada vajina içinde iki gücün karşılaşması söz konusudur. Bu iki güç eşit ola­rak tanımlanmaz, çünkü erkeklerden biri rakibinin varlığından haberdar değildir. Aldatılan bir koca aldatıldığını bilmez ve bir başka erkek karısının vücuduna kocanın koyduğuyla aynı olan bir madde koyar. Bazı Afrika topluluklarında, bu iki maddenin karşılaşması çok tehlikeli bulunur: Erkeklerden daha zayıf ola­nın bu nedenle öleceği düşünülür.

- Nasıl?

- Çünkü kendi sıvısı artık normal olarak akamayacaktır. Ya üreme organlarına geri kaçacaktır (çok değişik hastalıkların, örneğin testisleri tutan fil hastalığının bu nedenle ortaya çıktı­ğına inanılır) ya da kan dolaşımına geçecek ve kan tükürmeye4 neden olacaktır. Bazı verem olguları, doğrudan doğruya eşin sadakatsizliğine bağlanır: Eşin vajinasında erkeği hasta eden bir madde bulunmaktadır. Burada iki güç, iki erkek arasında bir çarpışma söz konusudur. Zayıf olan, ilişkiden haberdar olmayan taraftır. Sevgili, hatta tecavüzcü, bilen kişidir. Eş ise zayıf konumdadır.

- Zinanın tehlikeleriyle ilgili bu arkaik düşünceler günü­müzde nasıl kendini gösteriyor?

- Bazı erkeklerin tecavüz sonrasında eşleriyle cinsel ilişkiye girmekten tiksinmelerinde mesela. Kadın ne kadar masum olur­sa olsun, artık tehlikeli hale gelmiştir. Bazı toplumlarda, koca karısını reddedebilir, boşayabilir, hatta öldürebilir.

- Buna, uzun yıllar kabul gören "erkeğin karısının sevgilisi­ni öldürme hakkına sahip olduğu" düşüncesi de eşlik ediyor mu?

- Evet, ikisinden birinin ölmesi gerekir. Koca kendi bölge­sini, "namusunu" korumakta ve böylelikle kendini korumak­tadır. Sevgiliyi öldürürse rekabet ortadan kalkar. Hatta "yüz karasını kanla temizlediği" bile söylenir. Bu şaşırtıcı bir ifadedir aslında, çünkü kan temizlemez, aksine lekeler! Ancak burada unutulmaması gereken bir başka nokta var ki o da eskiden spermin kan olduğuna inanılmasıdır. Erkek "kanla yıkayarak", kendi sperminin başka birinin spermiyle karşılaşmasından doğan tehlikeyi ortadan kaldırır. Rakibin spermini vücudundan (ve dolayısıyla karısının vücudundan) akmaya mecbur eder.

- Çok beylik bir saptamayı hatırlatıyor: İki aygır aynı çayıra salınmaz veya iki boğa aynı ahıra konmaz! Erkeklerin davranışı hayvanlarınkine bu kadar yakın olduğuna göre, belirli bir kadın doğası yoktur ama -bir dereceye kadar- bir erkek doğası vardır diyebilir miyiz?

- Materyalist söylemi reddetmiyorum, testosteronun varlığını yadsıyamayız! Diğer taraftan, iki boğayı aynı ahırda gördüm ben; eğer hayvanlar birbirine alışkınsa ve ortalıkta bir dişi yoksa bu mümkün olabilir. Ancak bir dişi varsa düşmanlık kaçınılmaz olur. Ayrıca hormonların etkisi hiçbir şeyin kontrol edilemeyeceği anlamına gelmez. Özellikle de insanlar hayvan olmadıkları için bu böyledir. Kültür ve mantık, insanın kendini, güdülerini kontrol etmesini de içerir. Erkekler kızışma döne­minde bağırıp boynuzlarını tokuşturan geyiklere benzemezler.


"ERKEK YÜREKLİ KADINLAR"

- Yine de ... Ne olursa olsun, kadınların doğurganlığının ve "çocuk doğurmanın sağladığı şu müthiş ayrıcalıklarının" erkekler tarafından sahiplenilmesi için bütün şartlar uygun gibi görünüyor.

- Kadının doğurganlığı ile erkek hakimiyeti arasında çok sıkı bir ilişki vardır. Doğurgan olmayan kadınlar hiçbir şekilde bu tür sorunlara yol açmazlar. Hatta hemen hemen bütün toplumlarda menopozla birlikte kadınların konumu radikal bir şekilde değişir ve neredeyse erkeğin konumuna yaklaşır. Kuşkusuz, tadını çıkaracakları saygı etraflarındaki erkeklere bağlıdır. Oscar Lewis'in çalışmalarından öğrendiğimize göre, Kanada'da yaşayan Kızılderililerden Pigeanlar'da, güçlü bir adamın en sevdiği kızı zengin bir adamla evlenir ve oğulları olursa, bu kadın menopozdan sonra "erkek yürekli kadın" mertebesine yükselebilir. Bu konumdaki kadınlar neredeyse bir erkeğin özgürlüğüne sahip olabilir, diğer kadınlara yasak olan davranışlarda ve etkinliklerde bulunabilirler; örneğin, yemin edebilir, herkesin içinde söz alabilir, alkollü içki içebilir, kutla­malar düzenleyebilir, adaklarda bulunabilir ve hatta ... Ayakta işeyebilirler!

- Ne şans ... Bu durumda, kadın saygı görüyor ama ancak bir erkek taslağı olarak ... Erkek her zaman için dişiye karşı üstünlüğünü korumuş oluyor!

- Evet doğru, zaten menopoza giren kadının özgürlüğüne kavuşması veya erkeğin konumuna yaklaşması her yerde söz konusu da değil. İlkel toplumların çoğunda menopoz, kadının kadın olarak görülmesinin sonlanmasına neden oluyor. Eğer kadın yaşlıysa, fakirse, onu koruyacak bir kocası veya oğulları yoksa dışlanıyor. Çoğunlukla böyle kadınlar kuşku çekiyor, büyücülükle suçlanıyorlar ve bir tehlike oluşturuyorlar.

- Yani, artık erkek çocuk doğurma yaşını geçmiş olan kadını elde tutmak için dövüşmeye gerek kalmıyor. Peki ya kısır genç kızlara ne oluyor? Onların yazgısı da öteden beri korkunç olmadı mı?

- Kısırlık öteden beri ve dünyanın her yerinde, yalnızca kadınlara özgü bir sorun olarak algılanmıştır. Eski zaman top­lumları bu konuda, bizim de ancak kısa süre önce edindiğimiz bilgileri değil, yalnızca somut gözlemleri temel almışlardır. Erkeklerle ilgili olarak, yalnızca iktidarsızlık bir çiftin kısırlığı­nın somut nedeni olarak görülmüştür. Aslına bakılırsa ne kadar ilkel görünürse görünsün hiçbir toplum, cinsel ilişki olmadan kadının çocuk sahibi olamayacağını bilir.

- Yontma Taş Devri'nde bile bunun anlaşılmış olduğunu mu düşünüyorsunuz?

- Kesinlikle, zaten etnolojik gözlemler de bunu doğruluyor. Belki de atalarımız kadının içine bir ruh girmesi gerektiğini düşünüyorlardı ama bu ruhun dünyaya gelebilmesi de ancak kadının cinsel ilişkiyle açılması ve "sulanması" sonucu müm­kündü. Bu inanış pek de tuhaf sayılmamalı aslında; bizim top­lumumuzda da buna benzer şeyler düşünenler, örneğin Bakire Meryem Ana'ya dua ettiği için kendisine bir çocuk bağışlandı­ğına inananlar yok mu? Ancak Meryem'in bağışladığı çocuğun doğabilmesi için yine de cinsel ilişki gerekecektir! Yine de eğer erkek iktidarsız değilse ve cinsel ilişkilerde bulunulmasına rağ­men çocuk hala gelmiyorsa, o zaman suç her zaman kadında bulunur. Kısır bir kadın eksik, tamamlanmamış bir mahluk ola­rak görülür. Bazen kısırlığının kendi suçu olduğu, bunun istemli veya istemsiz günahlarının bir sonucu olduğu kabul edilir. Bu durumda dışlanır, boşanır ve yerine yeni bir eş alınır.

- Ya yalnızca kız çocuk doğuran kadınlar, onlar da eksik sayılmıyorlar mı?

- Gerçekten de kısır olmamalarına rağmen onlar da pek makbul sayılmazlar. Dünyanın pek çok toplumunda ve bölge­sinde, yalnızca erkek çocuklara önem verilir. Oğlu olmayan bir erkeğe, hiç çocuğu yokmuş gözüyle bakılır. Beklediği bu oğlu kendisine vermeme kötülüğünden sorumlu olan da yine karısıdır. Kadın görevini yerine getirmemiştir ve bu kadın da kolayca gözden çıkarılabilir veya yerine yeni eş alınabilir.

- "Kadından sayılmayan" kadınların böyle dışlanmasına bütün ilkel toplumlarda rastlanıyor mu gerçekten?

- Genel olarak böyle ama bunun istisnaları da yok değil. İngiliz antropolog Evans-Pritchard'a göre, Batı Afrika'daki Nuerler'de, kısır olduğu anlaşılan evli kadınlar bir oğul veya erkek kardeş olarak ailelerine geri dönerler. Bundan böyle bir erkek olarak kabul edilirler; kendilerine ait bir hayvan sürüsü kurup, bir veya birden fazla eş edinebilirler. Bir kocanın bütün imtiyazlarına sahip olurlar ve eşleri ona hizmet edip, saygı gösterir. Başka bir kavimden bir hizmetkar edinip, onu eşlerini döllemede kullanabilirler ama bu dölleyici adam hiçbir babalık hakkına sahip olmaz. Baba kendisidir, "kocalık yapan kadın­dır" ve çocuklar da bu kadınlara "baba" derler.

- Diğer pek çok toplumdakine göre daha imrenilecek bir yazgı, buna rağmen yine kadından sayılmıyor.

- Çok doğru; kadını kadın yapan doğurganlığıdır. Erkek egemenliği, doğurgan olduğu çağda kadının doğurganlığına sahip çıkma arzusuna karşılık gelir.


ERKEKLERİN HİZMETİNDE

- Erkeklere göre kadınlar yalnızca çocuk doğurmazlar, aynı zamanda birer zevk kaynağıdırlar da ... Bir kadına sahip olmak ve onu diğer erkeklerin arzulu bakışlarından uzaklaştırmak istemelerinin bir başka nedeni de bu değil mi?

- Evet, kadınlar erkeklere, onlara hizmet etmeleri ve oğullar doğurmaları için verilir (doğan kız çocuklar da gereklilikten dolayı oradadırlar). Bunun yanında kadınlar erkeklere zevk de verirler. Hatta bazı toplumlarda (örneğin Yunanistan'da, Japonya'da, Hindistan'da, eski Yahudilikte), bu farklı görevler farklı kadın bedenlerine paylaştırılırdı. Evli­likte nikahlı eşle cinsel ilişkinin tek amacı çocuk yapmaktı; zevk verme görevinden sorumlu başka kadınlar vardı. Bu "zevk verici" kadınlardan doğan çocuklar meşru sayılmazdı.

Eski Yunan' da şehirlerdeki varlıklı erkeklerin, gynaeceum'da5 yaşayan, saygı gören ve yalnızca erkek çocuk sahibi olmak için cinsel ilişkiye girilen eşleri vardı. Ayrıca evde yaşayan ve evde­ki konforu sağlayan, gündelik yaşamın gerekleriyle, yemek ve çamaşır gibi işlerle uğraşan nikahsız eş vardı. Daha sofistike cinsel ve entelektüel eğlenceler hetaira6 olarak adlandırılan kadınların alanına giriyordu. Bu kadınlar ev işi yapmazlardı; ziyafetlerde erkeklere eşlik eder, felsefe hakkında konuşur ve tabii ki onlarla yatarlardı. Hetaira dışında, yalnızca cinsel zevkler için yararlanılan, entelektüel yetenekleri olmayan ger­çek fahişeler de bulundurulabilirdi.

- Tek bir erkeğin hizmetinde ne kadar çok kadın. .. Kadın­lara verilen rollerdeki bu ayrışmayı arkaik toplumlarda da gözlemlediniz mi?

- Hayır. Toplumların çoğunda bu roller ayrılmaz. Erkek karısını hem oğullarının anası, hem evde rahatını sağlayan, hizmetlerini gören kişi, hem de cinsel zevk aracı olarak kullanır!

- Eski çağlarda yaşayan farklı toplumlarda hangi formül benimsenmiş olursa olsun, kadınların bedeni erkeklere ait ve erkeklerin farklı gereksinimlerini karşılamaktan başka bir işlevi yok. ..

- Ensestin yasaklanmasının ve cinsel ilişkilerin erkeğe bir oğul dışında zevk de vermesinin önemli sonuçları olduğunu iyice anlamak gerek. Bu şu anlama gelmektedir: Teorik olarak bütün erkekler istedikleri kadını, kendilerine sunulan kadınlar­dan herhangi birini alma hakkına sahiptir. Bunun tek istisnası­nı, zaten başka bir erkeğin sahip olduğu ve koruduğu kadınlar oluşturur. Koruma altında olmayan bir kadın alınabilir. Erkek güdüsü her zaman haklı ve meşru görülür, böyle olması normal karşılanır. Bunu ben "erkek güdüsünün mutlak meşruluğu" olarak adlandırıyorum.

- Bu güdü hep böyle, meşru ve bastırılamaz olarak mı kabul edilmiştir?

- Evet. Bu bize atalarımızdan gelen arkaik egemenlik modelidir; bizler de bu kabullenmenin dışına çıkamamışızdır. Erkek güdüsünün meşruluğu hiçbir zaman sorgulanmaz. Bu güdü doğal kabul edilir -ama yalnızca erkekler için. Tabii şunu da eklemeliyiz: Doyurulması için kadınlara gereksinim vardır. Bunun aksine, kadın libidosu her zaman sıkı bir şekilde denet­lenir. Birçok toplumda kızların evleninceye kadar bakireliklerini korumaları, sonra da kocalarına sadık kalmaları şart koşulmuş, zina şiddetle cezalandırılmıştır. Evlilik bu anlamda bir "cinselli­ğin tekelleştirilmesi anlaşması"dır.

- Erkek güdüsünün bastırılamayacağı kabul edilse bile, bunun bir kadın bedeninde doyurulması neden meşru olarak görülüyor?

- Gerçekten de neden? Bence bu belirgin gereksinimin mükemmel bir şekilde baskılanması mümkün. Sadakat, hatta bekaret yemini eden birçok erkek bunu gayet güzel başarıyor.

Diğer yandan, bu taşan enerjiyi boşaltmanın başka yollan da var! Ama hayır, toplumlar bunun için bir kadın bedeni gerek­mesini doğru buluyor gibidirler, hatta bazı toplumlarda bir çocuk bedeninin de "iş görebileceği" kabul edilir.

- O zaman burada aslında aranan şey haz mı yoksa haki­miyet kurmak mı? Belki de kadın bedenine veya kendinden zayıf olan bir bedene uygulanan şiddet/zorbalık da erkeğin hazzının bir parçası oluyor. ..

- Penetre eden/penetre edilen (içine giren/içine girilen) ilişkisinde de şiddetle/zorbalıkla ilişkili bir yön var zaten. Erke­ğin edilgenliğinin yüceltildiği Hindistan'da bile, penetre eden erkektir, ona şiddet/zorbalık uygulanamaz. Hem Freud hem de Gandhi, şiddetin/zorbalığın ilk modelinin cinsel penetrasyon olduğunu söylemişlerdir. Bu erkekler arasında da gerçekleşe­bilir. Paul Veyne, eşcinselliğin ve oğlancılığın yaygın olduğu Eski Roma'da, penetre edilenlerin radikal bir küçümsemeyle karşılaştıklarını belirtir. Özgür bir erkeğin bir köle tarafından penetre olmayı kabul etmesi, korkunç bir utanç kaynağı olarak görülür ve statüsünü kaybetmesine yol açardı! Oysa bunun tersi önemsizdi: Bir Romalı tatmin olmak için kadınların bedenleri yerine genç erkeklerin bedenlerini kullandı diye eşcinsel sayıl­mazdı.


Kadınların En Güzel Tarihi, Nicole Bacharan, Sylviane Agacinski vd., T. İş Bankası Yayınları, S.3-22


1Söyleşiyi yapan yazar. Tarihçi, siyaset bilimci. https://en.wikipedia.org/wiki/Nicole_Bacharan

2Antropolog, Etnolog.. https://tr.wikipedia.org/wiki/Fran%C3%A7oise_H%C3%A9ritier

3 Burkina Faso'nun kuzeybatısında Mali sınırına yakın yaşayan etnik grup. (ç.n.)

4 Kadının ilk cinsel ilişki yaşadığı erkeğe ait spermlerin, daha sonra beraber olduğu erkeklerle ilişkisinden doğan çocuklar üzerinde de etkisinin olabile­ceğini ileri süren görüş. (ç.n.)

5 Eski Yunan'da zengin erkeklerin evlerinde kadınlar için ayrılan ve yalnızca evin erkeğinin girebildiği yer; bir çeşit harem. (ç .n.)

6 Hetairalar (eski Yunancada "eş" anlamında) kültürlü fahişelerdi. İyi bir eğitim verilerek yetiştirilen bu kadınların hizmetleri cinsellikle sınırlı değil­di. Çoğu bağımsız ve zengindi. Düşünürlere, siyasetin önde gelen isimlerine ilham veren ünlü hetairalar vardı. (ç.n.)

Hiç yorum yok: