BU
DOĞADA MI VAR?
-Nicole
Bacharan:
Bir
antropolog ve etnolog olarak, insanların toplum içindeki
davranışlarını inceliyorsunuz. "Arkaik" olarak
adlandırılan etnik grupların arasına karışıp gündelik
yaşamlarına katıldınız ve bu sizi uzak geçmişe, insanlığın
kökenlerine kadar inmeye itti. Yalnız öncelikle şunu sormak
istiyorum: Afrika'da,
Asya'da, Avustralya'da hala varlığını sürdüren bu ilkel
toplumların gerçekten de eski atalarımıza benzeyip
benzemediklerini nereden bileceğiz?
-Françoise
Héritier:
Burada temel ölçüt, yaşamını sürdürme (geçinme)
şeklidir. Tarım yapmayan, hayvan yetiştirmeyen, madencilik
konusunda bilgi sahibi olmayabilen "avcı toplayıcı"
toplumlardan bahsettiğimizde, Yontma Taş Devri'ne dayanan bir yaşam
şeklini sürdürdüklerini kabul ediyoruz. Gereksinimlerini
doğadan alarak karşılamakla yetiniyorlar. Avlanıyorlar, balık
tutuyorlar, sebze ve meyve topluyorlar. Bunlar göçebe topluluklar
ve bazen çok uzak mesafeler kat etmek zorunda kalabiliyorlar.
Afrika'da Pigmeler ve Buşmanlar görece daha sabit yerleşim
yerlerine sahip olsalar da, yaşadıkları bölgenin verimi
azaldığında ve gereksinimlerini başka yerden karşılamaları
gerektiğinde, bir günden diğerine yer değiştirebilirler. Yaşama
şekilleri, Cilalı Taş Devri öncesi atalarımıza büyük
olasılıkla çok benzemektedir.
Ama onların da bir tarihi vardır ve zaman içinde evrim
geçirmişlerdir. Dolayısıyla burada benzerlikler söz konusudur
ama bire bir aynılıktan söz edilemez.
-
Bu
arkaik toplumlar, "insanlığın
şafağında"
kadınlar ile erkekler arasındaki ilişkilerin nasıl olabileceği
konusunda size bilgi sağlayabildi mi?
-
İnsan toplumları, kadın erkek ilişkisi hakkında sabit ve özdeş
bir imge sunmazlar. Temelde büyük bir birlik olsa da,
çeşitlilikler, uyuşmazlıklar vardır. Ancak, gözlemleyerek,
analiz ederek, karşılaştırarak, kuruluş efsanelerini dinleyerek
-çünkü bizim toplumumuz da dahil olmak üzere bütün toplumların
"her şeyin nasıl başladığını" anlatan kuruluş
efsaneleri vardır-, çıkarım yaparak, ilkel insanlığın
nasıl olması gerektiğini yeniden biçimlendirmeye cüret ettim.
Kuşkusuz
ben yalnızca varsayımlar formüle ediyorum, çünkü elimizde
herhangi bir kanıt yok; insan zihni maddi izler bırakmıyor. Yine
de uzak geçmişimizin ve dolayısıyla da geçmişte kadınlarla
erkekler arasında var olan ve arkadan gelenlere bir model oluşturan
ilişkilerin nasıl olabileceği konusunda bir fikir edinmemiz mümkün
oluyor.
-
Peki şu kadim soruya, "Anatomik
özelliklerin dışında bir kadını kadın yapan nedir?"
sorusuna karşılık bulabildiniz mi? Kökenlerimize inildiğinde
"kadın doğası" diye bir şeyin var olup olmadığını
belirlememiz mümkün mü?
-
Bu hep sorulan bir soru. Bütün toplumlarda karşımıza çıkan
evrensel inanış, bir erkek doğası olduğu gibi, bir kadın
doğasının da olduğunu kabul ediyor. Bu, bir cinsiyetin bütün
üyelerinin, anatomik veya fizyolojik özellikleri dışında, kendi
cinsiyetlerine özgü yatkınlıklara, davranışlara, niteliklere ya
da kusurlara sahip olması demek.
-
Buna göre kadınlar. ..
-
Zayıf, aptal, meraklı, pek güvenilir olmayan, geveze, kıskanç,
aklı havada, mantıksız ve histerikler! Yahut da, o kadar da
olumsuz olmayan bir nitelendirmeyle, kırılgan, yumuşak, fedakar,
saf, utangaçlar. .. Bütün bu özellikler "doğalarında var".
Dolayısıyla da -"doğası gereği" güçlü, mantıklı,
iradeli, cesur vb. olan- erkek cinsinin, kadın doğasında bulunan
olumsuzlukları denetim altında tutmak için egemen konumda olması
uygun olacaktır.
Bir
kadın doğasının ve bir erkek doğasının bulunduğuna yönelik
bu inanış şüphesiz kültüreldir ve kültürel olarak aktarılır.
Bence, her iki cinste de kişiyi kıskanç, müsrif, aklı havada
veya aksine hoşgörülü, tutumlu, ciddi vb. olmaya yatkın hale
getiren bir şey yoktur. Yatkınlığı
ve davranışların aktarılmasını sağlayan, bir cinsin diğerine
üstünlüğünü haklı çıkaracak biyolojik bir özellik yoktur.
Farklılıklar bireyseldir. Cinsiyetlerden
biri veya diğeri için tipik olduğu düşünülen farklılıklar
ise, büyük ölçüde kültür
tarafından nesilden nesile aktarılmıştır.
NE
ANNEN NE KIZ KARDEŞİN
- "Doğası gereği" erkeklere veya kadınlara özgü
olduğu düşünülen bu özellikler, bir toplumdan diğerine
değişiyor olmalı?
-
Evet değişiyor ama ben yine de şu sonuca vardım: Dünyanın
dört bir yanında, her yerde ve her zaman, erkeğin kadından
üstün olduğu kabul ediliyor. Benim "cinsiyetler arası değer
ayrımcılığı" olarak adlandırdığım şey, insanlığın
başlangıcında yerleşmiş bir kavram: İki cins eşit değere
sahip değildir, biri diğerinden daha "değerlidir" ve
dolayısıyla da erkeğin "değeri" kadından yüksektir.
-
Bu sonuca nasıl ulaştınız?
-
Claude Levi-Strauss'la birlikte yürüttüğümüz çalışmalar beni
bu sonuca ulaştırdı. Bu çalışmalarda, yaşanabilir bir
toplum oluşturmak için gereken temel şartın ensest yasağı
olduğunu saptadık. İnsanlığın şafağında, Homo
sapiens sapiens'e ve Neandertal insanına ilerleyen dallar ana
soyağacından ayrıldı. Farklı "insanlaşmalar" oldu ve
bu iki tür başarıya ulaştı. Sonunda yalnızca bizim
türümüz, yani Homo sapiens sapiens kaldı. İlk insan gruplarında
toplumun oluşabilmesi için, babaların kendi kızlarıyla ve erkek
kardeşlerin kız kardeşleriyle çiftleşmekten vazgeçmeleri
gerekti.
-
Toplumun oluşabilmesi için bu neden gerekliydi?
-
ilk Homo Sapiens topluluklarını gözünüzün önüne getirin:
Bütün bireyler birbiriyle akraba, kendi grupları içinde
yaşıyorlar, kendi aralarında ürüyorlar ve yabancıları
kabul etmiyorlar. Bu durumda ister istemez hepsi birbiriyle
akraba üyelerden oluşan, yırtıcı, doğada yaşayan ve bazı
şeylerin etkisiyle başka gruplarla karşı karşıya gelen birimler
oluşacaktır. Kazara bazı gruplar birdenbire üreyemez hale
gelebilirler: Kadınlar ölebilir veya kızlardan daha çok erkek
çocuk doğabilir vb. Dolayısıyla bu gruplar, kadın çalmak için
başka gruplara saldıracaklardır.
-
Pek sakin bir başlangıç sayılmaz ...
-
Kesinlikle. Ensest yasağı düzenleyici bir rol oynamış,
birbirini öldürmek yerine, işbirliği yapılmasını sağlamıştır.
Levi-Strauss, bu kararın evrensel olduğunu, insanlığın var
olduğu her yerde alındığını söyler: Erkekler -artık
çiftleşmedikleri- kızlarını ve kız kardeşlerini takas
edilecek akçe olarak kullanmaya karar vermişlerdir. Onları,
diğer gruplardaki erkeklerin kızları ve kız kardeşleriyle
takas ederler. Böylece erkekler "kayınbirader" haline
gelir. Kayınbiraderler arasında bazen saldırganlık olabilse bile,
yardımlaşma da söz konusudur. Dölleme güçleri gruplar
arasında dağıtılmış olur. "Diğeri", yabancı,
tanınmış olur ve üstüne üstlük onunla bir ilişki de kurulur.
-Nasıl
bir ilişki bu?
-
Bireylerin arasında resmi bağlar kurulmuş olur; dolayısıyla bunu
daha o zamanda bir tür evlilik olarak adlandırabiliriz. Bu
evlilik iki soy arasında sosyal bir sözleşme olarak kaydedilir,
bölgede kolektif barışı sağlar ve kadınlar üzerinde cinsel bir
tahakküm oluşturur. Soylar arası evliliğin ve sözleşmenin
mümkün olabilmesi için, erkeğin de kadının da kendilerini
birbirlerine bağımlı hissetmeleri gerekir. Genellikle birisi
avlanır, diğeri toplayıcılık yapar. Erkekler, büyük
hayvanları avlama ve grubu yırtıcı hayvanlardan koruma
görevini üstlenirler. Kadınlar ise barınılan yerin yakınında
kalır, sütten kesilmemiş çocukların gözetiminden sorumlu
olurlar. Bu görev dağılımı nesnel sınırlamalardan
kaynaklanıyor olabilir: Gebe veya emziren bir kadın daha az
hareket edebilir; bu hiçbir entelektüel ya da fiziksel eksiklik
doğurmaz. Ancak asıl sınırlamalar ideolojik kaynaklıdır. Ayrıca
görev dağılımı kültürler arasında da değişiklik gösterir.
Örneğin Doğu Afrika' da yakın zamanlara kadar dikiş ve
dokumacılık erkeklere ayrılmış görevlerdi.
-
Evlilik, soy, görevlerin dağılımı ... Bütün bunları
cinsiyet ayrımcılığı yapmadan, herkesin yararına olacak şekilde
düzenlemek mümkün olabilirdi.
-
Aslında bu yapılandırmada bir şeyin eksik olduğu geldi aklıma.
Erkeklerin kızlarını ve kız kardeşlerini başka
erkeklere vermeye karar verebilmesi için, öncelikle kendilerinde bu
hakkı görmeleri gerekiyordu. Etnolojik veriler, erkekler
arasındaki bu sözleşme şeklinin dünyanın dört bir yanında
geçerli olduğunu ortaya koymuştur. Bütün enlemlerde,
birbirinden çok farklı gruplarda kadın değiş tokuşu yapan
erkekleri görüyoruz ama bunun tersine hiç rastlanmıyor.
Hiçbir zaman erkek değiş tokuşu yapan kadınlara veya
aralarında kadın ve erkek değiş tokuşu yapan karışık gruplara
rastlamıyoruz. Hayır; yalnızca erkekler bu hakka sahip ve bu durum
dünyanın her yerinde geçerli. Cinsiyetler arası değer
ayrımcılığının Yontma Taş Devri'nden, ta insanlığın
başlangıcından beri süregeldiğini öne sürmemin altında yatan
olgu da işte bu.
-
Cinsiyetler arası değer ayrımcılığı ensest tabusundan da mı
önce geliyor?
-
Daha önce geldiğini söylemiyorum ama en azından eşzamanlı
olduklarına eminim. Cinsiyetler arası değer ayrımcılığı,
sosyal yapılanmanın temel unsurlarını birleştiren bir bağ
görevi görür. Bu unsurlar da, soylar arası sözleşme, bireyler
arasındaki evlenmeler ve görevlerin dağılımıdır. Bütün
bunlar cinsiyetler arası değer ayrımcılığına göre işler.
ERKEK
KADINA AĞIR BASAR
-
Ama neden? Komşularla barış içinde veya en azından işbirliği
yaparak yaşamak için alınan ensest yasağı kararından, erkekler
kadar kadınlar da yararlanabilirdi. Bu karar yalnızca erkeklerin
kadınları değiş tokuş etme hakkına sahip olmasını
gerektirmiyordu. Kadınlar neden bu durumu kabullendiler?
-
Bunu anlayabilmek için atalarımızın dünyasını gözümüzün
önünde yeniden oluşturmaya çalışmamız gerekiyor. Onlar da aynı
bizim gibi, çevrelerini gözlemleyerek sonuçlar çıkarmaya
çalıştıkları bir ortamda yaşıyorlardı. Doğayı, mevsimleri,
geceyi ve gündüzü, vücutlarını, doğumu ve ölümü vb.
inceliyorlardı. Üstünde hiçbir yaptırımları olmayan bu
değişmez kavramları yorumlamaya çalışıyorlardı. Buna
"dünyayı anlamlandırmak" diyoruz. Bu sınavda
da ancak ellerinde ne varsa ondan, yani beş duyudan
yararlanabilirlerdi. Mikroskop, kızılötesi ışınlar ve buna
benzer sofistike cihazlardan yoksundular. Ve neyi fark ettiler
dersiniz? Değişmez kavramların en önemlisini; insan da dahil
olmak üzere hayvanlar aleminin tamamı için geçerli olan cinsiyet
farklılığını! Türler arası ve bireyler arası farklılıkların
ötesinde, her yerde karşımıza çıkan bu farklılığı fark
etmemek mümkün değildi. Her yerde erkekler ve dişiler vardı.
Bütün türlerde, erkeklere ve dişilere özgü organlar
bulunuyordu: Erkeklerde penis, kadınlarda vulva. Tabii
burada böceklerden veya denizatlarından değil de, bu farkın ilk
bakışta ayırt edilebileceği memelilerden ("gerçek hayvan"
modelinden) söz ediyorum!
-
Dişilik ve erkeklik organları ... Bunlar dişiler ile erkekler
arasındaki kesin ve tartışmasız tek farkı oluşturuyor değil
mi?
-
Evet, anatomik ve fizyolojik bir fark. Bu organlar, tamamen
kendilerine özgü nitelikte salgılar üretirler: Erkekler sperm
sıvısı (meni) çıkarırken, kadınlar düzenli aralıklarla kan
kaybeder ve süt salgılarlar. Bu fark gözle görülür niteliktedir
ve atalarımız da şüphesiz bunları gözden kaçırmamışlardır.
İşte ilk gözlemlerin temeli buna dayanıyor.
-
Daha sonra ne oldu?
-
Bence insan düşüncesi bu gözlemden yola çıkarak yapılandı:
"Dünyada birbirinin aynı ve birbirinden farklı şeyler
vardır." Ardından her şey incelendi ve bu iki başlık
altında sınıflandırıldı: Birinci grupta birbirinin aynı olan
şeyler; ikinci grupta ise, yine kendi arasında aynı olan ama
birinci gruptan farklı olan şeyler yer aldı. İşte insanlığın
düşünce şekli budur.
Bu
kurala uymayan hiçbir toplum bulamazsınız. Bütün dillerde, sıcak
ile soğuğu, kuru ile ıslağı, sert ile yumuşağı, aydınlık
ile karanlığı, yüksek ile alçağı, etkin ile edilgeni, sağlıklı
ile sağlıksızı birbirinden ayıran ikili kategoriler vardır.
Düşünürken yararlandığımız soyut kategoriler de söz
konusudur (soyut ve somut, kuramsal ve deneyimsel, kültürel ve
doğal gibi) ve bence bu kategoriler de aynı ile farklı arasındaki
bu karşıtlığı temel alırlar. Bunların hepsi, dişi ile erkeği
karşı karşıya getiren bu açık ayrımdan doğmuştur.
-
Peki, bu "iki büyük kategori halinde sınıflandırma" ne
zaman cinsiyetler arası değer ayrımcılığına yol açtı?
-
Bütün dillerde bu ikili kategoriler eril veya dişil olarak ifade
edilir. Örneğin, Yunan düşüncesinde sıcak ve kuru eril, soğuk
ve nemli dişildir. Aynı sınıflandırmaya gelenekçi toplumların
çoğunda da rastlarız, çünkü somut gözlemlere dayanmaktadır.
Bir hayvan öldürüldüğünde kanı akıtılır ve hayvan kanını
kaybettiğinde soğuk, hareketsiz ve ölü hale gelir. Demek ki yaşam
hareket ve sıcaklık, ölüm hareketsizlik ve soğukluktur.
Peki neden sıcak ve kuru olan erkek oluyor? Çünkü erkek her ay
kan kaybetmez. Oysa kadın adet dönemlerinde düzenli olarak kan
kaybeder ve bunu engellemek için elinden hiçbir şey gelmez.
-
"Sıcak ve kuru", yani erkeklere atfedilen özellikler
"soğuk ve nemliden" daha mı üstün tutuluyor?
-
Hiyerarşi bu ikili gözlemler arasına sızmıştır: Her zaman
bir olumlu bir de olumsuz; bir üstün bir de aşağı kategori
vardır. Etnolojik gözlemler, olumlunun her zaman erkek
tarafında, olumsuzun da dişi tarafında olduğunu ortaya
koymaktadır. Bu, kategorinin kendisinden bağımsızdır.
Dünyanın her yerinde belirli bir özelliğe aynı değer verilmez.
Verilen değer, özelliğin erkek cinsiyetine veya kadın cinsiyetine
atfedilmiş olmasına göre değişir.
-
Yani?
-
Örneğin bizde, Batı'da, maddeye etki etmenin sembolü olan
"etkinlik" daha değerlidir ve dolayısıyla da erkeğe
atfedilir. Öte yandan pek takdir edilmeyen bir özellik olan
"edilgenlik" kadına atfedilir. Hindistan' da ise tam aksi
geçerlidir: Edilgenlik dinginliğin sembolüdür ve dinginliğe
ancak bir dizi çile sonrasında ulaşılabilir. Burada
edilgenlik eril bir özelliktir ve değeri yüksektir. Buna karşılık
her zaman biraz düzensiz bulunan etkinlik dişildir ve takdir
görmez. Farklı ülkelerde ve farklı zamanlarda bakış
farklılıkları olabilse de, erilliğe yüksek değer biçilmesi
değişmeyen, evrensel bir nitelik taşır.
-
İki cinsiyetin birbirini tamamladığı hiçbir zaman düşünülmemiş
mi?
- Şu
veya bu bölgesel teoride bazen bu şekilde sunulsa da, gerçekte her
zaman bir güçlü bir de zayıf cinsiyet, bir majör bir de minör
cinsiyet var. Bir diğer örnek: Avcı toplayıcı topluluklarda
erkekler yayları ve mızraklarıyla avlanarak et getirir. Et, çok
beğenilen bir yiyecek olmasına rağmen grubun yiyecek
gereksiniminin yalnızca yüzde 20'sini karşılar. Kadınlar ise
daha az prestijli olan sebze meyve toplama rolünü üstlenmişlerdir
ama bu şekilde yiyeceğin yüzde 80'ini karşılarlar. Bu halklarla
ilgilenen bütün etnologlar aynı şeyi söyler, bu oran sabittir.
Dolayısıyla aslında kadınlar grubun yaşamını sürdürmesinde
çok önemli bir role sahiptirler. Oysa bu, dünyanın her yerinde
avcılığın toplayıcılıktan çok daha fazla önem verilen bir
etkinlik olmasını engellemez. Dünya genelinde cinsiyete göre
rol dağılımı erkeklerin lehinedir ve ön planda erkeğin
çalışmasının ürününe önem verilir.
“ÇOCUK
DOĞURMANIN SAĞLADIĞI
MÜTHİŞ AYRICALIK”
-
Demek ki cinsiyetler arası değer ayrımcılığı, bir bakışta
göze çarpan anatomik farklılıklardan veya görevlerin
dağılımından farklı bir şeyden kaynaklanıyor. ..
-
Kesinlikle. Ben bunun altında başka bir gözlemin yattığına
inanıyorum: Çocuk doğuranlar kadınlardır. Eril bakış açısından
bakarak ben bunu "çocuk doğurmanın sağladığı müthiş
ayrıcalık" olarak adlandırıyorum. Burada anlaşılmaz olan
bir şey var!
-Açıklar
mısınız?
-
Atalarımızın zekasını zorlayan sorun şuydu: "Nasıl oluyor
da şekli diğer dişi bedenlerle bire bir aynı olan dişi bir
bedenden -bir kadından-farklı şekilli bir beden çıkıyor?"
Kadının kendisiyle aynı şekli taşıyan bedenler üretmesi
akla yatkındı, kadının kız çocuklar doğurmasında şaşılacak
bir şey yoktu. Peki, kadınların kendilerinden farklı olanı
üretmelerine, yani erkek çocuklar doğurmalarına ne demeli? Ve
neden erkekler de kendileriyle aynı şekli taşıyan bedenler
üretemiyorlar, neden onların erkek çocukları olmuyor?
-
Bu gerçekten de çok esrarengiz görünmüş olmalı. Eski
toplumlarda bu gizem nasıl çözülmüş peki?
- Bu
soruya verilen yanıt her yerde aynıdır. Eğer kadınlar
kendilerinden farklı olan bir şey üretebiliyorlarsa, bu bir
güçten, onlara ait bir yetenekten kaynaklanmaz. Hayır; bu
farklı şey onların içine dışarıdan yerleştirilmiştir.
Çocukları kadınların içlerine yerleştiren erkeklerdir.
Zaman zaman, cinsel ilişkide kadın baskın hale geçer ve bir kız
çocuk doğar ki bu da yararsız sayılmaz, çünkü o da
büyüyünce anne olacaktır. Ancak söz konusu erkek çocuklar
olduğunda, onları kadınların içine yerleştirenler kesinlikle
erkeklerdir. Kadınlar yalnızca birer dölyatağı, birer araç ya
da Afrika' da denildiği gibi birer "tencere" den
ibarettir.
-
Yine de böylece erkek çocuklar üretiyorlar. Bu tencere rollerinde
saygı göreceklerini düşünebiliriz öyleyse. ..
-
Bazen saygı görmüşlerdir ama bu yine de kadına daha az değer
verilmesini engellemez. Çünkü erkeklerin
çözümlemeleri gereken pratik bir sorun vardır: "Çocuk
doğurmanın sağladığı bu müthiş ayrıcalıktan" yoksun
olan erkekler, erkek çocukların kendilerinin olduğundan nasıl
emin olacaklardır? Bunun için kadınları sahiplenmeleri gerekir.
Bir çocuğun yetiştirilmesi zaman alır: Gebelik, ardından bazen 5
yaşına kadar sürebilen emzirme dönemi. Hatta 5 yaşında bile
çocuğun beslenmek için annesine gereksinimi devam eder.
Dolayısıyla erkek çocuk doğuran bu kadını alıkoymak ve
sahiplenmek gerekir.
-
Nasıl? Güç kullanarak mı?
-
Güç -veya güçle korkutmak- bazen bunda rol oynayabilir ama bu
şart değildir. İşin özü, kadınların özgürlüğünü
çocukluklarından itibaren ellerinden almakta yatar. Kadınlar birey
olma, diğer bir deyişle kendileriyle ilgili kararları kendileri
alma hakkından yoksun bırakılırlar. Kendi yazgıları hakkında
söz sahibi olamazlar; birer üretici, erkeklerin erkek çocuk sahibi
olmak için gereksindikleri basit bir araç gibi verilirler. Bilgiye
erişimleri de engellenir, çünkü erkeklerin bilgilerine
erişmelerine izin vermek, onlara potansiyel olarak bağımsızlaşma
imkanı sunmak anlamına gelecektir.
-
Bilginin bir bağımsızlaşma aracı olduğu bilinci bütün
kültürlerde var değil mi?
-
Evet, yazının, kitapların, doğrulanmış bilimsel bilgilerin
bulunmadığı kültürlerde bile, her zaman "bilen" ve
saygı duyulan kişiler olur. Bu kişiler efsaneler, bitkiler,
gizemler vb. hakkında bilgi sahibidirler. Soruları
yanıtlayabilirler. Samo
topraklarında buna ben de şahit olmuştum: Kadınlar şunu
veya bunu yiyip yiyemeyeceklerini, hangi bitkiyi ne zaman
toplayacaklarını danışmak için yağmur üstadına ya da toprak
üstadına danışmaya geliyorlardı. Bu sorulara, yanıtı
bilen kişi karşılık veriyordu. Kuşkusuz kadınlar yaşamları
süresince öğreniyorlardı ama bazı sorular için mutlaka bir
bilene danışmak gerekiyordu. Doğal olarak, bilgiye erişimin
engellenmesi, yazının bulunması ve bilgilerin kitaplara
kaydedilmeye başlamasından sonra daha belirgin bir hal aldı.
Özgürleştirici nitelik taşıyan bu bilgiye erişim, Batılı
toplumlarda bile uzun süre kadınlara yasaklandı (Batı
toplumlarında bilginin herkese açık hale gelmesinin ancak yüz
yılı biraz aşan bir geçmişi vardır).
-
Özel bir bilgiye sahip olan kadınlar da yok mu?
-
Evet, şaman kadınlar, ebeler var tabii. .. Ancak burada sınırlı,
belirli bir konuyla ilgili bilgiler söz konusu. Daha genel anlamıyla
bilgi erkeklerin tekelindedir. Kadınların, kapatıldıkları ev
yaşamının dışında kalan bu bilgiye ulaşması istenmez. Kadın
cahil bırakılır, vesayet altında tutulur ve onun için biçilen
yazgıyı kabul etmeye zorlanır. Kaderinde çocuk -özellikle de
erkek çocuk-doğurmak, sonra da bu çocukları besleyip büyütmek
vardır.
-
Demek kadınları tahakküm altına almada yararlanılan araçlar
şunlar: Bağımsızlığın kısıtlanması, bilgiden yoksun
bırakma, ev hizmetine mahkum etme.
-
Dolayısıyla güçten ve otoriteden de yoksun bırakma. Bütün
bunlara bir de aşağılama durumu ekleniyor.
-
Aşağılamaya varacak kadar ileri gidilmesinin nedeni ne peki?
- Bu
bariz bir zorunluluk! Dişi cinsiyeti aşağılamadan, kadını
kendisiyle ilgili kararları almaktan, bilgiye erişimden, güçten
yoksun bırakmak nasıl haklı gösterilebilir ki? Elbette, aşağılama
şarttır. Kadınları kendilerinin daha aşağı seviyede olduğuna
inandırmak; eğer bağımsız değillerse, bunun özgürlüklerini
yanlış kullanacak olmalarından ileri geldiğini onlara hatırlatmak
gerekir. Bilgiye erişemiyorlarsa, bunun nedeni akıldan ve
yargılama yeteneğinden yoksun olmalarıdır; güce sahip
değillerse, akılları bir karış havada ve kendiliğinden histerik
olduklarındandır.
-
Özetle, sonunda bu "doğal" duruma boyun eğmeleri için
onları yeterince aşağılamak gerekiyor.
-
Evet. Cinsiyetler arası değer ayrımcılığının temelini
oluşturan bu ilkel gözlemlerin tümüne, "arkaik
egemenlik modeli" adını veriyorum ben. Bizler de hala bu
modele göre yaşıyoruz.
Günümüzde
küçük bir çocuğa yeni bir kız veya erkek kardeşin gelişinin
nasıl açıklandığını düşünün. Benim gençliğimde
çocukları ya leylekler getirirdi ya da lahanalardan veya
güllerden çıkarlardı o ayrı! Bugünse biyolojik gerçeğe uygun
açıklamalar yapmaktan yanayız. Peki ne diyoruz? "Baba,
annenin içine küçük bir tohum koyar, küçük tohum büyür ve
bir gün bebek annenin karnından dışarı çıkar." Bu
açıklama önemsiz görünebilir ama aslında arkaik egemenlik
modelini tekrarlamaktadır. ilkel topluluklardaki gibi, kadın
yine tencere konumundadır! Üstelik
bu tencere örneği, barışçıl bir örnektir. Oysa bu arkaik
egemenlik modeli ceza olarak da kullanılmaktadır. Savaş
zamanlarındaki zorlama gebelikleri buna örnek gösterebiliriz.
-
Erkeklerin kadınlara tecavüz edip, düşük yapamasınlar diye
onları bir süre rehin tutmalarından bahsediyorsunuz. ..
-
İspanya İç Savaşı'nda, Francocular Cumhuriyetçi kadınlara
"Karnında bir Francocu taşıyacaksın," diyorlardı.
Aynı duruma -ne yazık ki- eski Yugoslavya'da da şahit olduk.
Müslümanlar Hıristiyan kadınlara "Karnında bir Müslüman
taşıyacaksın! " dediler, Hıristiyanlar da Müslüman
kadınlara tam tersini söyledi. Bu, bireyin bütün kimliğinin,
politik ve dini kimliği de dahil olmak üzere, babanın sperminden
geldiği anlamını taşıyor. Oysa tecavüz sonucu bile doğsa,
doğacak çocuğun, eğitim ve içinde yetiştiği ortamın
şekillendireceği bir birey olacağını herkesin bilmesi gerekir.
-
Özellikle de politik ve dini kimlik açısından ...
- Bu
cezalandırma davranışları, uzak atalarımızın düşünce ve
ifade şekli olan arkaik egemenlik modelinin günümüzde bizler
arasında da hala oldukça canlı olduğunu gösteriyor.
ERKEKLER
ARASI REKABET
-
Peki, erkeklerdeki bu kadınları aşağılama ve savaş zamanlarında
her anlamda "işgal etme" isteği nereden geliyor? Burada
kadınlar ile erkekler arasında bir rekabet mi söz konusu?
Erkekler "çocuk doğurmanın sağladığı müthiş
ayrıcalıktan" mahrum oldukları için öç mü alıyorlar?
Yoksa bu erkekler arasında bir mücadele, düşman kampındaki
erkekleri yenme ve aşağılama arzusu mu?
-
Burada erkekler arasında bir rekabet söz konusudur. Aynı
durum, kadınların eşitçi olmayan dağılımı için de
geçerlidir. Çokeşliliğin yaygın olduğu toplumlarda bazı
erkeklerin kendilerine bir eş edinmeden önce uzun süre beklemesi
gerekir, çünkü daha güçlü, daha zengin olan diğer erkekler
birden fazla eş alma ayrıcalığına sahiptir. Ancak iş bu kadarla
da kalmaz. Erkeklerin
cinselliği, diğer erkekler tarafından kendileri açısından
tehditkar ve zararlı görülür; buna telegoni düşüncesiyle
ilgili inanışları da eklemek gerekir. Bu nedenle, tecavüz sonucu
gebe bırakılan kadınlar, içinde yaşadıkları topluluk
tarafından dışlanırlar. Artık onları kimse istemez. Diğer
erkeklerin cinselliğinin erkekler için yarattığı tehlike;
cinayet ve kadını "yalnızca kendine" saklama arzusuyla
da kendini gösterebilecek kadar ileri gidebilir.
-
Burada erkeklerin erkek cinselliğinden iğrenmesi, korkması mı
söz konusu? "Bir başka erkek karımın, kızımın, kız
kardeşimin ırzına geçerse", o artık lekelenmiş bir kadın
olur, uzaklaştırılması ve hatta öldürülmesi gerekir diye mi
düşünülüyor?
- Bu
durumda erkek de en az kadın kadar lekelenmiştir; hem
lekelenmiştir, hem de kadın aracılığıyla tehdit altında
kalmıştır. Bunu antropolojik olarak analiz edebilirim; bu
durum bizim zihniyetimize ilk başta yabancı gibi görünse de,
aslında bize pek de uzak sayılmaz. Eski toplumlarda bir kadının
kocasından başka bir de sevgilisi varsa, koca yalnızca
lekelenmekle kalmaz, aynı zamanda tehlike altında da kalır. Burada
vajina içinde iki gücün karşılaşması söz konusudur. Bu iki
güç eşit olarak tanımlanmaz, çünkü erkeklerden biri
rakibinin varlığından haberdar değildir. Aldatılan bir koca
aldatıldığını bilmez ve bir başka erkek karısının vücuduna
kocanın koyduğuyla aynı olan bir madde koyar. Bazı Afrika
topluluklarında, bu iki maddenin karşılaşması çok tehlikeli
bulunur: Erkeklerden daha zayıf olanın bu nedenle öleceği
düşünülür.
-
Nasıl?
-
Çünkü kendi sıvısı artık normal olarak akamayacaktır. Ya
üreme organlarına geri kaçacaktır (çok değişik hastalıkların,
örneğin testisleri tutan fil hastalığının bu nedenle ortaya
çıktığına inanılır) ya da kan dolaşımına geçecek ve
kan tükürmeye
neden olacaktır. Bazı verem olguları, doğrudan doğruya eşin
sadakatsizliğine bağlanır: Eşin vajinasında erkeği hasta eden
bir madde bulunmaktadır. Burada iki güç, iki erkek arasında bir
çarpışma söz konusudur. Zayıf olan, ilişkiden haberdar olmayan
taraftır. Sevgili, hatta tecavüzcü, bilen kişidir. Eş ise zayıf
konumdadır.
-
Zinanın tehlikeleriyle ilgili bu arkaik düşünceler günümüzde
nasıl kendini gösteriyor?
-
Bazı erkeklerin tecavüz sonrasında eşleriyle cinsel ilişkiye
girmekten tiksinmelerinde mesela. Kadın ne kadar masum olursa
olsun, artık tehlikeli hale gelmiştir. Bazı toplumlarda, koca
karısını reddedebilir, boşayabilir, hatta öldürebilir.
-
Buna, uzun yıllar kabul gören "erkeğin karısının
sevgilisini öldürme hakkına sahip olduğu" düşüncesi
de eşlik ediyor mu?
-
Evet, ikisinden birinin ölmesi gerekir. Koca kendi bölgesini,
"namusunu" korumakta ve böylelikle kendini korumaktadır.
Sevgiliyi öldürürse rekabet ortadan kalkar. Hatta "yüz
karasını kanla temizlediği" bile söylenir. Bu şaşırtıcı
bir ifadedir aslında, çünkü kan temizlemez, aksine lekeler! Ancak
burada unutulmaması gereken bir başka nokta var ki o da eskiden
spermin kan olduğuna inanılmasıdır. Erkek "kanla
yıkayarak", kendi sperminin başka birinin spermiyle
karşılaşmasından doğan tehlikeyi ortadan kaldırır. Rakibin
spermini vücudundan (ve dolayısıyla karısının vücudundan)
akmaya mecbur eder.
-
Çok beylik bir saptamayı hatırlatıyor: İki aygır aynı çayıra
salınmaz veya iki boğa aynı ahıra konmaz! Erkeklerin davranışı
hayvanlarınkine bu kadar yakın olduğuna göre, belirli bir kadın
doğası yoktur ama -bir dereceye kadar- bir erkek doğası vardır
diyebilir miyiz?
-
Materyalist söylemi reddetmiyorum, testosteronun varlığını
yadsıyamayız! Diğer taraftan, iki boğayı aynı ahırda gördüm
ben; eğer hayvanlar birbirine alışkınsa ve ortalıkta bir dişi
yoksa bu mümkün olabilir. Ancak bir dişi varsa düşmanlık
kaçınılmaz olur. Ayrıca hormonların etkisi hiçbir şeyin
kontrol edilemeyeceği anlamına gelmez. Özellikle de insanlar
hayvan olmadıkları için bu böyledir. Kültür ve mantık,
insanın kendini, güdülerini kontrol etmesini de içerir. Erkekler
kızışma döneminde bağırıp boynuzlarını tokuşturan
geyiklere benzemezler.
"ERKEK
YÜREKLİ KADINLAR"
-
Yine de ... Ne olursa olsun, kadınların doğurganlığının ve
"çocuk doğurmanın sağladığı şu müthiş
ayrıcalıklarının" erkekler tarafından sahiplenilmesi için
bütün şartlar uygun gibi görünüyor.
-
Kadının doğurganlığı ile erkek hakimiyeti arasında çok
sıkı bir ilişki vardır. Doğurgan olmayan kadınlar hiçbir
şekilde bu tür sorunlara yol açmazlar. Hatta hemen hemen bütün
toplumlarda menopozla birlikte kadınların konumu radikal bir
şekilde değişir ve neredeyse erkeğin konumuna yaklaşır.
Kuşkusuz, tadını çıkaracakları saygı etraflarındaki erkeklere
bağlıdır. Oscar Lewis'in çalışmalarından öğrendiğimize
göre, Kanada'da yaşayan Kızılderililerden Pigeanlar'da, güçlü
bir adamın en sevdiği kızı zengin bir adamla evlenir ve oğulları
olursa, bu kadın menopozdan sonra "erkek yürekli kadın"
mertebesine yükselebilir. Bu konumdaki kadınlar neredeyse bir
erkeğin özgürlüğüne sahip olabilir, diğer kadınlara yasak
olan davranışlarda ve etkinliklerde bulunabilirler; örneğin,
yemin edebilir, herkesin içinde söz alabilir, alkollü içki
içebilir, kutlamalar düzenleyebilir, adaklarda bulunabilir ve
hatta ... Ayakta işeyebilirler!
-
Ne şans ... Bu durumda, kadın saygı görüyor ama ancak bir erkek
taslağı olarak ... Erkek her zaman için dişiye karşı
üstünlüğünü korumuş oluyor!
-
Evet doğru, zaten menopoza giren kadının özgürlüğüne
kavuşması veya erkeğin konumuna yaklaşması her yerde söz konusu
da değil. İlkel toplumların çoğunda menopoz, kadının kadın
olarak görülmesinin sonlanmasına neden oluyor. Eğer kadın
yaşlıysa, fakirse, onu koruyacak bir kocası veya oğulları yoksa
dışlanıyor. Çoğunlukla böyle kadınlar kuşku çekiyor,
büyücülükle suçlanıyorlar ve bir tehlike oluşturuyorlar.
-
Yani, artık erkek çocuk doğurma yaşını geçmiş olan kadını
elde tutmak için dövüşmeye gerek kalmıyor. Peki ya kısır genç
kızlara ne oluyor? Onların yazgısı da öteden beri korkunç
olmadı mı?
-
Kısırlık öteden beri ve dünyanın her yerinde, yalnızca
kadınlara özgü bir sorun olarak algılanmıştır. Eski zaman
toplumları bu konuda, bizim de ancak kısa süre önce
edindiğimiz bilgileri değil, yalnızca somut gözlemleri temel
almışlardır. Erkeklerle ilgili olarak, yalnızca iktidarsızlık
bir çiftin kısırlığının somut nedeni olarak görülmüştür.
Aslına bakılırsa ne kadar ilkel görünürse görünsün hiçbir
toplum, cinsel ilişki olmadan kadının çocuk sahibi olamayacağını
bilir.
-
Yontma Taş Devri'nde bile bunun anlaşılmış olduğunu mu
düşünüyorsunuz?
-
Kesinlikle, zaten etnolojik gözlemler de bunu doğruluyor. Belki de
atalarımız kadının içine bir ruh girmesi gerektiğini
düşünüyorlardı ama bu ruhun dünyaya gelebilmesi de ancak
kadının cinsel ilişkiyle açılması ve "sulanması"
sonucu mümkündü. Bu inanış pek de tuhaf sayılmamalı
aslında; bizim toplumumuzda da buna benzer şeyler düşünenler,
örneğin Bakire Meryem Ana'ya dua ettiği için kendisine bir çocuk
bağışlandığına inananlar yok mu? Ancak Meryem'in
bağışladığı çocuğun doğabilmesi için yine de cinsel ilişki
gerekecektir! Yine de eğer erkek iktidarsız değilse ve cinsel
ilişkilerde bulunulmasına rağmen çocuk hala gelmiyorsa, o
zaman suç her zaman kadında bulunur. Kısır bir kadın eksik,
tamamlanmamış bir mahluk olarak görülür. Bazen kısırlığının
kendi suçu olduğu, bunun istemli veya istemsiz günahlarının bir
sonucu olduğu kabul edilir. Bu durumda dışlanır, boşanır ve
yerine yeni bir eş alınır.
-
Ya yalnızca kız çocuk doğuran kadınlar, onlar da eksik
sayılmıyorlar mı?
-
Gerçekten de kısır olmamalarına rağmen onlar da pek makbul
sayılmazlar. Dünyanın pek çok toplumunda ve bölgesinde,
yalnızca erkek çocuklara önem verilir. Oğlu olmayan bir
erkeğe, hiç çocuğu yokmuş gözüyle bakılır. Beklediği bu
oğlu kendisine vermeme kötülüğünden sorumlu olan da yine
karısıdır. Kadın görevini yerine getirmemiştir ve bu kadın da
kolayca gözden çıkarılabilir veya yerine yeni eş alınabilir.
-
"Kadından sayılmayan" kadınların böyle dışlanmasına
bütün ilkel toplumlarda rastlanıyor mu gerçekten?
-
Genel olarak böyle ama bunun istisnaları da yok değil. İngiliz
antropolog Evans-Pritchard'a göre, Batı Afrika'daki Nuerler'de,
kısır olduğu anlaşılan evli kadınlar bir oğul veya erkek
kardeş olarak ailelerine geri dönerler. Bundan böyle bir erkek
olarak kabul edilirler; kendilerine ait bir hayvan sürüsü kurup,
bir veya birden fazla eş edinebilirler. Bir kocanın bütün
imtiyazlarına sahip olurlar ve eşleri ona hizmet edip, saygı
gösterir. Başka bir kavimden bir hizmetkar edinip, onu eşlerini
döllemede kullanabilirler ama bu dölleyici adam hiçbir babalık
hakkına sahip olmaz. Baba kendisidir, "kocalık yapan
kadındır" ve çocuklar da bu kadınlara "baba"
derler.
-
Diğer pek çok toplumdakine göre daha imrenilecek bir yazgı, buna
rağmen yine kadından sayılmıyor.
-
Çok doğru; kadını kadın yapan doğurganlığıdır. Erkek
egemenliği, doğurgan olduğu çağda kadının doğurganlığına
sahip çıkma arzusuna karşılık gelir.
ERKEKLERİN
HİZMETİNDE
-
Erkeklere göre kadınlar yalnızca çocuk doğurmazlar, aynı
zamanda birer zevk kaynağıdırlar da ... Bir kadına sahip olmak ve
onu diğer erkeklerin arzulu bakışlarından uzaklaştırmak
istemelerinin bir başka nedeni de bu değil mi?
-
Evet, kadınlar erkeklere, onlara hizmet etmeleri ve oğullar
doğurmaları için verilir (doğan kız çocuklar da gereklilikten
dolayı oradadırlar). Bunun yanında kadınlar erkeklere zevk de
verirler. Hatta bazı toplumlarda (örneğin Yunanistan'da,
Japonya'da, Hindistan'da, eski Yahudilikte), bu farklı görevler
farklı kadın bedenlerine paylaştırılırdı. Evlilikte
nikahlı eşle cinsel ilişkinin tek amacı çocuk yapmaktı; zevk
verme görevinden sorumlu başka kadınlar vardı. Bu "zevk
verici" kadınlardan doğan çocuklar meşru sayılmazdı.
Eski
Yunan' da şehirlerdeki varlıklı erkeklerin, gynaeceum'da
yaşayan, saygı gören ve yalnızca erkek çocuk sahibi olmak için
cinsel ilişkiye girilen eşleri vardı. Ayrıca evde yaşayan ve
evdeki konforu sağlayan, gündelik yaşamın gerekleriyle,
yemek ve çamaşır gibi işlerle uğraşan nikahsız eş vardı.
Daha sofistike cinsel ve entelektüel eğlenceler hetaira
olarak adlandırılan kadınların alanına giriyordu. Bu
kadınlar ev işi yapmazlardı; ziyafetlerde erkeklere eşlik eder,
felsefe hakkında konuşur ve tabii ki onlarla yatarlardı. Hetaira
dışında, yalnızca cinsel zevkler için yararlanılan, entelektüel
yetenekleri olmayan gerçek fahişeler de bulundurulabilirdi.
-
Tek bir erkeğin hizmetinde ne kadar çok kadın. .. Kadınlara
verilen rollerdeki bu ayrışmayı arkaik toplumlarda da
gözlemlediniz mi?
-
Hayır. Toplumların çoğunda bu roller ayrılmaz. Erkek karısını
hem oğullarının anası, hem evde rahatını sağlayan,
hizmetlerini gören kişi, hem de cinsel zevk aracı olarak kullanır!
-
Eski çağlarda yaşayan farklı toplumlarda hangi formül
benimsenmiş olursa olsun, kadınların bedeni erkeklere ait ve
erkeklerin farklı gereksinimlerini karşılamaktan başka bir işlevi
yok. ..
-
Ensestin yasaklanmasının ve cinsel ilişkilerin erkeğe bir oğul
dışında zevk de vermesinin önemli sonuçları olduğunu iyice
anlamak gerek. Bu şu anlama gelmektedir: Teorik olarak bütün
erkekler istedikleri kadını, kendilerine sunulan kadınlardan
herhangi birini alma hakkına sahiptir. Bunun tek istisnasını,
zaten başka bir erkeğin sahip olduğu ve koruduğu kadınlar
oluşturur. Koruma altında olmayan bir kadın alınabilir. Erkek
güdüsü her zaman haklı ve meşru görülür, böyle olması
normal karşılanır. Bunu ben "erkek güdüsünün
mutlak meşruluğu" olarak adlandırıyorum.
-
Bu güdü hep böyle, meşru ve bastırılamaz olarak mı kabul
edilmiştir?
-
Evet. Bu bize atalarımızdan gelen arkaik egemenlik modelidir;
bizler de bu kabullenmenin dışına çıkamamışızdır. Erkek
güdüsünün meşruluğu hiçbir zaman sorgulanmaz. Bu güdü doğal
kabul edilir -ama yalnızca erkekler için. Tabii şunu da
eklemeliyiz: Doyurulması için kadınlara gereksinim vardır. Bunun
aksine, kadın libidosu her zaman sıkı bir şekilde denetlenir.
Birçok toplumda kızların evleninceye kadar bakireliklerini
korumaları, sonra da kocalarına sadık kalmaları şart koşulmuş,
zina şiddetle cezalandırılmıştır. Evlilik bu anlamda bir
"cinselliğin tekelleştirilmesi anlaşması"dır.
-
Erkek güdüsünün bastırılamayacağı kabul edilse bile, bunun
bir kadın bedeninde doyurulması neden meşru olarak görülüyor?
-
Gerçekten de neden? Bence bu belirgin gereksinimin mükemmel bir
şekilde baskılanması mümkün. Sadakat, hatta bekaret yemini eden
birçok erkek bunu gayet güzel başarıyor.
Diğer
yandan, bu taşan enerjiyi boşaltmanın başka yollan da var! Ama
hayır, toplumlar bunun için bir kadın bedeni gerekmesini
doğru buluyor gibidirler, hatta bazı toplumlarda bir çocuk
bedeninin de "iş görebileceği" kabul edilir.
-
O zaman burada aslında aranan şey haz mı yoksa hakimiyet
kurmak mı? Belki de kadın bedenine veya kendinden zayıf olan bir
bedene uygulanan şiddet/zorbalık da erkeğin hazzının bir parçası
oluyor. ..
-
Penetre eden/penetre edilen (içine giren/içine girilen) ilişkisinde
de şiddetle/zorbalıkla ilişkili bir yön var zaten. Erkeğin
edilgenliğinin yüceltildiği Hindistan'da bile, penetre eden
erkektir, ona şiddet/zorbalık uygulanamaz. Hem Freud hem de Gandhi,
şiddetin/zorbalığın ilk modelinin cinsel penetrasyon olduğunu
söylemişlerdir. Bu erkekler arasında da gerçekleşebilir.
Paul Veyne, eşcinselliğin ve oğlancılığın yaygın olduğu Eski
Roma'da, penetre edilenlerin radikal bir küçümsemeyle
karşılaştıklarını belirtir. Özgür bir erkeğin bir köle
tarafından penetre olmayı kabul etmesi, korkunç bir utanç kaynağı
olarak görülür ve statüsünü kaybetmesine yol açardı! Oysa
bunun tersi önemsizdi: Bir Romalı tatmin olmak için kadınların
bedenleri yerine genç erkeklerin bedenlerini kullandı diye eşcinsel
sayılmazdı.
Kadınların
En Güzel Tarihi, Nicole
Bacharan, Sylviane Agacinski vd., T. İş Bankası Yayınları,
S.3-22