Salı, Ağustos 22, 2023

Gender Kelimesini "Toplumsal Cinsiyet" Olarak Kullanmak Görece Bize Özgü Bir Durum

[Aşağıdaki yazı, Butler'ın Cinsiyet Belası kitabının çevirmeni tarafından yazılmıştır.]

***


Metnin orijinal dili olan İngilizcede "cinsiyet" sözü için iki ayrı ke­lime bulunuyor: gender ve sex. Bu iki kelime aslında gündelik ve resmi dilde hayli yaygın olarak birbirlerinin yerine kullanılan keli­meler, örneğin resmi dili İngilizce olan ülkelerde pasaport, ehliyet gibi belgelerde bizdeki "cinsiyet"in yerine "sex” ibaresini de, "gen­der” ibaresini de görmek mümkün. Fakat sex kelimesinin aksine gender kelimesi aynı zamanda Latince, Almanca, Yunanca gibi, şa­hıs zamirlerinin ve cins isimlerin "cinsiyetli" olabildiği diller söz- konusu olduğunda "dilbilimsel cinsiyet/cins" anlamında, yani bir gramer terimi olarak da kullanılıyor. Bu tür dillerde bir cins ismin gramer kuralları gereği belirlenen "cinsiyet"i, aslında cins ismin ad­landırdığı şeyin doğasına dair bir bilgi vermez. Örneğin pek çok dilde "sokak" kelimesinin gender'inin, yani cinsinin dişi olması so­kağın dişi bir varlık olduğu anlamına gelmez.

Muhtemelen bu nüanstan hareketle feminist kuramda, toplum­sal ve kültürel olarak belirlendiği, toplumdan topluma ve tarihsel olarak değiştiği savunulan gender ile daha biyolojik addedilen sex arasındaki farkın vurgulanması sonucu iki terimin arası giderek açıldı. "Cinsiyet" dediğimiz şeyin birbirinden ayrıştırılabilecek iki ayrı kullanımının bulunmadığı Arapça, îbranice ve Türkçe gibi dil­lerde, kuramı aktarabilmek için gender'ın karşılığı olarak "toplum­sal cinsiyet" terimi üretildi ve literatüre yerleşti. Gerek Butler'ın bu kitapta gerçekleştirdiği tartışma, gerekse Türkçede karışıklık doğur­maması nedeniyle kitabın adında "cinsiyet" tercih edilmekle birlik­te, elinizdeki çeviri boyunca gender'ı karşılamak için "toplumsal cinsiyet" kullanıldı. Bu kullanımın zorluk çıkardığı bir-iki nokta var. En önemlisi gender teriminin orijinal metinde hem "toplumsal cinsiyet" hem de "dilbilimsel cins" anlamında kullanıldığı yerler. Anlamı korumak adına çeviride böyle bir ayrıma giderek gender için zaman zaman "toplumsal cinsiyet" tabiri yerine "cins" kelime­sini kullanmak kaçınılmazdı; metni okurken bu ikisinin aslında ay­nı sözcüğü karşıladığım akılda tutmak yararlı olabilir.

Cinsiyet Belası, Metis Yayınları, Çeviriye Dair, s. 9-10, Başak Ertür

Pazartesi, Ağustos 14, 2023

Problem Nedir?

Aşağıdaki fotoğrafları sıcak bir temmuz günü yayınlanmış olan bir gezi videosundan aldım. Burada tartışılması gereken bir sorun var. Görebiliyor musunuz?





Pazartesi, Temmuz 31, 2023

Uygulamalı Feminizm Dersleri Ders 2: Ayrımcılık, Cinsiyet Ayrımcılığı ve Pozitif Ayrımcılık Nedir?

 




Bu çalışmada Ayrımcılık konusu özellikle kadınlar açısından ele alınacaktır. Pozitif ayrımcılık en fazla eleştiri alan, hatta saldırılan haklardan biridir bu nedenle pozitif ayrımcılığın neden önemli olduğu, neden gerekli olduğu da tartışılacaktır.



Kaynak 1

Ayrımcılık Çeşitleri1

Bir çok konuda ayrımcılık yapılmaktadır. Aşağıda bunların en önemlileri listelenmiştir.

a. “Irk” (tırnak içinde çünkü ırk kavramı tartışmalı bir kavram. burada etnik aidiyet kastediliyor)

b. renk

c. cinsiyet ve cinsel tercih (bağlamımız gereği daha çok bu madde üzerinde duracağız)

d. dil

e. din

f. milliyet,

g. köken,

 h. siyasi görüş,

i. toplumsal sınıf

j. kişilerin fiziksel/zihinsel sağlık durumları

veya başka açılardan, açık veya örtük olarak; ayrımcılık, önyargı, genelleme içeren, veya bunu özendiren, buna yol açabilecek; başka insanlara ve gruplara karşı düşmanlık aşılayan/düşmanca duygulara yol açabilen ifadeler/ögeler. Alışılmış olandan farklı, (ve amaçları açısından insan hakları ilkelerine ters düşmeyen, veya başkalarının haklarını tehdit etmeyen) kişisel ve grupsal tercihlere karşı tahammülsüzlüğü, hoşgörüsüzlüğü içeren ya da teşvik eden ifadeler. Alışılmış olandan farklı grup ve düşüncelerin sırf farklılıklarından dolayı aşağılanması, bu grup ve düşüncelere karşı öğrencide düşmanlık uyandıracak ifadeler. Farklı inançlara, kültürlere, gelenek, örf ve adetlere dönük incitici ibareler.  Farklı olanı görmezden gelmek, görünmez kılmak da, en az yukarıdaki ihlaller kadar, bir insan hakları ihlali olarak değerlendirilmelidir. 

Ders kitaplarında tek bir gayrimüslim yurttaş adına rastlanmaması, “Ali’nin topu hiç Agop’a atmaması”, Çerkes sözcüğünün geçtiği neredeyse tek yerin “Çerkes Ethem’in ihaneti”, Kürt sözcüğünün geçtiği tek konunun “zararlı cemiyetler” olması, din dersi kitaplarında alevilik ve diğer Anadolu inançlarından söz edilmemesi, birçok durumda “kadının adının olmaması”, tek bir ‘işçi ailesi’ örneğine rastlanmaması vb…, ayrımcılık örnekleri olarak düşünülmelidir…


Tartışma-Düşünme

Yukarıda listelenen ayrımcılıklardan başka ayrımcılıklar da var mı? Araştırın, söyleyin ve tartışın.

Amaç: Farklılık yaratmak olduğu gibi gerçekten de burada belirtilmeyen başka ayrımcılıklar da var. Onların da bu vesileyle dile getirilmesi iyi olur.


Kaynak 2 (KB)

Bu metni geçen derste gördük buraya da bu kısmını aldım


"Ağabeylerim yemek isteyebiliyor, ellerini uzatıp istediklerini alabiliyorlardı. Verilmesini beklememiz söylendi. Biz kız kardeşler ve annemiz geriye kalanlarla yetinmek zorundaydık." (Yiyecek dağıtımında kız çocuklarına/kadına yönelik ayrımcılık)


“Okula gitmek bir mücadeleydi. Babam biz kızların okumasına gerek olmadığını düşündü." (Eğitim fırsatlarının eşit veya hiç olmaması) 

"Arkadaşlarımla buluşmak veya oynamak için dışarı çıkamadım.” “Kardeşlerim her an gelebilir ama benim hava kararmadan dönmem gerekiyor." (Kızlar için özgürlük ve hareketlilik eksikliği)

"Babamın malında benim payım yok. Kocamın malı da benim değil. Aslında benim diyebileceğim bir ev yok." (Kadınların miras veya mülkiyet haklarının olmaması)


Tartışma-Düşünme

Bu örnekler Hindistan'dan. Bizim ülkemizden buna benzer örnekler düşünün ve aklınıza gelenleri ifade edin ve buradakilerle benzerlikleri, farklılıkları yönünden tartışın.

Pazartesi, Temmuz 17, 2023

FARKLILIKTAN HİYERARŞİYE

 




BU DOĞADA MI VAR?

-Nicole Bacharan1: Bir antropolog ve etnolog olarak, insanların toplum içindeki davranışlarını inceliyorsunuz. "Arkaik" olarak adlandırılan etnik grupların arasına karışıp gündelik yaşamlarına katıldınız ve bu sizi uzak geçmişe, insanlı­ğın kökenlerine kadar inmeye itti. Yalnız öncelikle şunu sormak istiyorum: Afrika'da, Asya'da, Avustralya'da hala varlığını sürdüren bu ilkel toplumların gerçekten de eski atalarımıza benzeyip benzemediklerini nereden bileceğiz?

-Françoise Héritier2: Burada temel ölçüt, yaşamını sürdür­me (geçinme) şeklidir. Tarım yapmayan, hayvan yetiştirmeyen, madencilik konusunda bilgi sahibi olmayabilen "avcı toplayıcı" toplumlardan bahsettiğimizde, Yontma Taş Devri'ne dayanan bir yaşam şeklini sürdürdüklerini kabul ediyoruz. Gereksinim­lerini doğadan alarak karşılamakla yetiniyorlar. Avlanıyorlar, balık tutuyorlar, sebze ve meyve topluyorlar. Bunlar göçebe topluluklar ve bazen çok uzak mesafeler kat etmek zorunda kalabiliyorlar. Afrika'da Pigmeler ve Buşmanlar görece daha sabit yerleşim yerlerine sahip olsalar da, yaşadıkları bölgenin verimi azaldığında ve gereksinimlerini başka yerden karşılama­ları gerektiğinde, bir günden diğerine yer değiştirebilirler. Yaşa­ma şekilleri, Cilalı Taş Devri öncesi atalarımıza büyük olasılıkla çok benzemektedir. Ama onların da bir tarihi vardır ve zaman içinde evrim geçirmişlerdir. Dolayısıyla burada benzerlikler söz konusudur ama bire bir aynılıktan söz edilemez.

- Bu arkaik toplumlar, "insanlığın şafağında" kadınlar ile erkekler arasındaki ilişkilerin nasıl olabileceği konusunda size bilgi sağlayabildi mi?

- İnsan toplumları, kadın erkek ilişkisi hakkında sabit ve özdeş bir imge sunmazlar. Temelde büyük bir birlik olsa da, çeşitlilikler, uyuşmazlıklar vardır. Ancak, gözlemleyerek, analiz ederek, karşılaştırarak, kuruluş efsanelerini dinleyerek -çünkü bizim toplumumuz da dahil olmak üzere bütün toplumların "her şeyin nasıl başladığını" anlatan kuruluş efsaneleri var­dır-, çıkarım yaparak, ilkel insanlığın nasıl olması gerektiğini yeniden biçimlendirmeye cüret ettim. Kuşkusuz ben yalnızca varsayımlar formüle ediyorum, çünkü elimizde herhangi bir kanıt yok; insan zihni maddi izler bırakmıyor. Yine de uzak geçmişimizin ve dolayısıyla da geçmişte kadınlarla erkekler arasında var olan ve arkadan gelenlere bir model oluşturan ilişkilerin nasıl olabileceği konusunda bir fikir edinmemiz mümkün oluyor.

- Peki şu kadim soruya, "Anatomik özelliklerin dışında bir kadını kadın yapan nedir?" sorusuna karşılık bulabildiniz mi? Kökenlerimize inildiğinde "kadın doğası" diye bir şeyin var olup olmadığını belirlememiz mümkün mü?

- Bu hep sorulan bir soru. Bütün toplumlarda karşımıza çıkan evrensel inanış, bir erkek doğası olduğu gibi, bir kadın doğasının da olduğunu kabul ediyor. Bu, bir cinsiyetin bütün üyelerinin, anatomik veya fizyolojik özellikleri dışında, kendi cinsiyetlerine özgü yatkınlıklara, davranışlara, niteliklere ya da kusurlara sahip olması demek.

- Buna göre kadınlar. ..

- Zayıf, aptal, meraklı, pek güvenilir olmayan, geveze, kıskanç, aklı havada, mantıksız ve histerikler! Yahut da, o kadar da olumsuz olmayan bir nitelendirmeyle, kırılgan, yumuşak, fedakar, saf, utangaçlar. .. Bütün bu özellikler "doğalarında var". Dolayısıyla da -"doğası gereği" güçlü, mantıklı, iradeli, cesur vb. olan- erkek cinsinin, kadın doğasında bulunan olumsuzlukları denetim altında tutmak için egemen konumda olma­sı uygun olacaktır.

Bir kadın doğasının ve bir erkek doğasının bulunduğuna yönelik bu inanış şüphesiz kültüreldir ve kültürel olarak aktarılır. Bence, her iki cinste de kişiyi kıskanç, müsrif, aklı havada veya aksine hoşgörülü, tutumlu, ciddi vb. olmaya yatkın hale getiren bir şey yoktur. Yatkınlığı ve davranışların aktarılmasını sağlayan, bir cinsin diğerine üstünlüğünü haklı çıkaracak biyolojik bir özellik yoktur. Farklılıklar bireyseldir. Cinsiyetlerden biri veya diğeri için tipik olduğu düşünülen farklılıklar ise, büyük ölçüde kültür tarafından nesilden nesile aktarılmıştır.


NE ANNEN NE KIZ KARDEŞİN

- "Doğası gereği" erkeklere veya kadınlara özgü olduğu düşünülen bu özellikler, bir toplumdan diğerine değişiyor olmalı?

- Evet değişiyor ama ben yine de şu sonuca vardım: Dün­yanın dört bir yanında, her yerde ve her zaman, erkeğin kadın­dan üstün olduğu kabul ediliyor. Benim "cinsiyetler arası değer ayrımcılığı" olarak adlandırdığım şey, insanlığın başlangıcında yerleşmiş bir kavram: İki cins eşit değere sahip değildir, biri diğerinden daha "değerlidir" ve dolayısıyla da erkeğin "değeri" kadından yüksektir.

- Bu sonuca nasıl ulaştınız?

- Claude Levi-Strauss'la birlikte yürüttüğümüz çalışmalar beni bu sonuca ulaştırdı. Bu çalışmalarda, yaşanabilir bir top­lum oluşturmak için gereken temel şartın ensest yasağı olduğu­nu saptadık. İnsanlığın şafağında, Homo sapiens sapiens'e ve Neandertal insanına ilerleyen dallar ana soyağacından ayrıldı. Farklı "insanlaşmalar" oldu ve bu iki tür başarıya ulaştı. Sonun­da yalnızca bizim türümüz, yani Homo sapiens sapiens kaldı. İlk insan gruplarında toplumun oluşabilmesi için, babaların kendi kızlarıyla ve erkek kardeşlerin kız kardeşleriyle çiftleş­mekten vazgeçmeleri gerekti.

- Toplumun oluşabilmesi için bu neden gerekliydi?

- ilk Homo Sapiens topluluklarını gözünüzün önüne getirin: Bütün bireyler birbiriyle akraba, kendi grupları içinde yaşı­yorlar, kendi aralarında ürüyorlar ve yabancıları kabul etmiyor­lar. Bu durumda ister istemez hepsi birbiriyle akraba üyelerden oluşan, yırtıcı, doğada yaşayan ve bazı şeylerin etkisiyle başka gruplarla karşı karşıya gelen birimler oluşacaktır. Kazara bazı gruplar birdenbire üreyemez hale gelebilirler: Kadınlar ölebilir veya kızlardan daha çok erkek çocuk doğabilir vb. Dolayısıyla bu gruplar, kadın çalmak için başka gruplara saldıracaklardır.

- Pek sakin bir başlangıç sayılmaz ...

- Kesinlikle. Ensest yasağı düzenleyici bir rol oynamış, birbirini öldürmek yerine, işbirliği yapılmasını sağlamıştır. Levi-Strauss, bu kararın evrensel olduğunu, insanlığın var olduğu her yerde alındığını söyler: Erkekler -artık çiftleşme­dikleri- kızlarını ve kız kardeşlerini takas edilecek akçe olarak kullanmaya karar vermişlerdir. Onları, diğer gruplardaki erkek­lerin kızları ve kız kardeşleriyle takas ederler. Böylece erkekler "kayınbirader" haline gelir. Kayınbiraderler arasında bazen saldırganlık olabilse bile, yardımlaşma da söz konusudur. Döl­leme güçleri gruplar arasında dağıtılmış olur. "Diğeri", yabancı, tanınmış olur ve üstüne üstlük onunla bir ilişki de kurulur.

-Nasıl bir ilişki bu?

- Bireylerin arasında resmi bağlar kurulmuş olur; dolayısıyla bunu daha o zamanda bir tür evlilik olarak adlan­dırabiliriz. Bu evlilik iki soy arasında sosyal bir sözleşme olarak kaydedilir, bölgede kolektif barışı sağlar ve kadınlar üzerinde cinsel bir tahakküm oluşturur. Soylar arası evliliğin ve sözleşmenin mümkün olabilmesi için, erkeğin de kadının da kendilerini birbirlerine bağımlı hissetmeleri gerekir. Genellikle birisi avlanır, diğeri toplayıcılık yapar. Erkekler, büyük hay­vanları avlama ve grubu yırtıcı hayvanlardan koruma görevini üstlenirler. Kadınlar ise barınılan yerin yakınında kalır, sütten kesilmemiş çocukların gözetiminden sorumlu olurlar. Bu görev dağılımı nesnel sınırlamalardan kaynaklanıyor olabilir: Gebe veya emziren bir kadın daha az hareket edebilir; bu hiçbir entelektüel ya da fiziksel eksiklik doğurmaz. Ancak asıl sınırlamalar ideolojik kaynaklıdır. Ayrıca görev dağılımı kültürler arasında da değişiklik gösterir. Örneğin Doğu Afri­ka' da yakın zamanlara kadar dikiş ve dokumacılık erkeklere ayrılmış görevlerdi.

- Evlilik, soy, görevlerin dağılımı ... Bütün bunları cinsiyet ayrımcılığı yapmadan, herkesin yararına olacak şekilde düzen­lemek mümkün olabilirdi.

- Aslında bu yapılandırmada bir şeyin eksik olduğu geldi aklıma. Erkeklerin kızları ve kız kardeşlerini başka erkeklere vermeye karar verebilmesi için, öncelikle kendilerinde bu hakkı görmeleri gerekiyordu. Etnolojik veriler, erkekler arasındaki bu sözleşme şeklinin dünyanın dört bir yanında geçerli olduğunu ortaya koymuştur. Bütün enlemlerde, birbirinden çok farklı gruplarda kadın değiş tokuşu yapan erkekleri görüyoruz ama bunun tersine hiç rastlanmıyor. Hiçbir zaman erkek değiş toku­şu yapan kadınlara veya aralarında kadın ve erkek değiş tokuşu yapan karışık gruplara rastlamıyoruz. Hayır; yalnızca erkekler bu hakka sahip ve bu durum dünyanın her yerinde geçerli. Cinsiyetler arası değer ayrımcılığının Yontma Taş Devri'nden, ta insanlığın başlangıcından beri süregeldiğini öne sürmemin altında yatan olgu da işte bu.

- Cinsiyetler arası değer ayrımcılığı ensest tabusundan da mı önce geliyor?

- Daha önce geldiğini söylemiyorum ama en azından eşza­manlı olduklarına eminim. Cinsiyetler arası değer ayrımcılığı, sosyal yapılanmanın temel unsurlarını birleştiren bir bağ görevi görür. Bu unsurlar da, soylar arası sözleşme, bireyler arasındaki evlenmeler ve görevlerin dağılımıdır. Bütün bunlar cinsiyetler arası değer ayrımcılığına göre işler.


ERKEK KADINA AĞIR BASAR

- Ama neden? Komşularla barış içinde veya en azından işbirliği yaparak yaşamak için alınan ensest yasağı kararından, erkekler kadar kadınlar da yararlanabilirdi. Bu karar yalnızca erkeklerin kadınları değiş tokuş etme hakkına sahip olmasını gerektirmiyordu. Kadınlar neden bu durumu kabullendiler?

- Bunu anlayabilmek için atalarımızın dünyasını gözü­müzün önünde yeniden oluşturmaya çalışmamız gerekiyor. Onlar da aynı bizim gibi, çevrelerini gözlemleyerek sonuçlar çıkarmaya çalıştıkları bir ortamda yaşıyorlardı. Doğayı, mev­simleri, geceyi ve gündüzü, vücutlarını, doğumu ve ölümü vb. inceliyorlardı. Üstünde hiçbir yaptırımları olmayan bu değişmez kavramları yorumlamaya çalışıyorlardı. Buna "dünyayı anlam­landırmak" diyoruz. Bu sınavda da ancak ellerinde ne varsa ondan, yani beş duyudan yararlanabilirlerdi. Mikroskop, kızılö­tesi ışınlar ve buna benzer sofistike cihazlardan yoksundular. Ve neyi fark ettiler dersiniz? Değişmez kavramların en önemlisini; insan da dahil olmak üzere hayvanlar aleminin tamamı için geçerli olan cinsiyet farklılığını! Türler arası ve bireyler arası farklılıkların ötesinde, her yerde karşımıza çıkan bu farklılığı fark etmemek mümkün değildi. Her yerde erkekler ve dişiler vardı. Bütün türlerde, erkeklere ve dişilere özgü organlar bulu­nuyordu: Erkeklerde penis, kadınlarda vulva. Tabii burada böceklerden veya denizatlarından değil de, bu farkın ilk bakışta ayırt edilebileceği memelilerden ("gerçek hayvan" modelinden) söz ediyorum!

- Dişilik ve erkeklik organları ... Bunlar dişiler ile erkekler arasındaki kesin ve tartışmasız tek farkı oluşturuyor değil mi?

- Evet, anatomik ve fizyolojik bir fark. Bu organlar, tamamen kendilerine özgü nitelikte salgılar üretirler: Erkekler sperm sıvısı (meni) çıkarırken, kadınlar düzenli aralıklarla kan kaybeder ve süt salgılarlar. Bu fark gözle görülür niteliktedir ve atalarımız da şüphesiz bunları gözden kaçırmamışlardır. İşte ilk gözlemlerin temeli buna dayanıyor.

- Daha sonra ne oldu?

- Bence insan düşüncesi bu gözlemden yola çıkarak yapılandı: "Dünyada birbirinin aynı ve birbirinden farklı şeyler vardır." Ardından her şey incelendi ve bu iki başlık altında sınıflandırıldı: Birinci grupta birbirinin aynı olan şeyler; ikinci grupta ise, yine kendi arasında aynı olan ama birinci gruptan farklı olan şeyler yer aldı. İşte insanlığın düşünce şekli budur.

Bu kurala uymayan hiçbir toplum bulamazsınız. Bütün dillerde, sıcak ile soğuğu, kuru ile ıslağı, sert ile yumuşağı, aydınlık ile karanlığı, yüksek ile alçağı, etkin ile edilgeni, sağlıklı ile sağ­lıksızı birbirinden ayıran ikili kategoriler vardır. Düşünürken yararlandığımız soyut kategoriler de söz konusudur (soyut ve somut, kuramsal ve deneyimsel, kültürel ve doğal gibi) ve bence bu kategoriler de aynı ile farklı arasındaki bu karşıtlığı temel alırlar. Bunların hepsi, dişi ile erkeği karşı karşıya getiren bu açık ayrımdan doğmuştur.


- Peki, bu "iki büyük kategori halinde sınıflandırma" ne zaman cinsiyetler arası değer ayrımcılığına yol açtı?

- Bütün dillerde bu ikili kategoriler eril veya dişil olarak ifade edilir. Örneğin, Yunan düşüncesinde sıcak ve kuru eril, soğuk ve nemli dişildir. Aynı sınıflandırmaya gelenekçi top­lumların çoğunda da rastlarız, çünkü somut gözlemlere dayan­maktadır. Bir hayvan öldürüldüğünde kanı akıtılır ve hayvan kanını kaybettiğinde soğuk, hareketsiz ve ölü hale gelir. Demek ki yaşam hareket ve sıcaklık, ölüm hareketsizlik ve soğukluk­tur. Peki neden sıcak ve kuru olan erkek oluyor? Çünkü erkek her ay kan kaybetmez. Oysa kadın adet dönemlerinde düzenli olarak kan kaybeder ve bunu engellemek için elinden hiçbir şey gelmez.

- "Sıcak ve kuru", yani erkeklere atfedilen özellikler "soğuk ve nemliden" daha mı üstün tutuluyor?

- Hiyerarşi bu ikili gözlemler arasına sızmıştır: Her zaman bir olumlu bir de olumsuz; bir üstün bir de aşağı kategori var­dır. Etnolojik gözlemler, olumlunun her zaman erkek tarafında, olumsuzun da dişi tarafında olduğunu ortaya koymaktadır. Bu, kategorinin kendisinden bağımsızdır. Dünyanın her yerinde belirli bir özelliğe aynı değer verilmez. Verilen değer, özelliğin erkek cinsiyetine veya kadın cinsiyetine atfedilmiş olmasına göre değişir.

- Yani?

- Örneğin bizde, Batı'da, maddeye etki etmenin sembolü olan "etkinlik" daha değerlidir ve dolayısıyla da erkeğe atfedilir. Öte yandan pek takdir edilmeyen bir özellik olan "edilgenlik" kadına atfedilir. Hindistan' da ise tam aksi geçerlidir: Edilgenlik dinginliğin sembolüdür ve dinginliğe ancak bir dizi çile sonra­sında ulaşılabilir. Burada edilgenlik eril bir özelliktir ve değeri yüksektir. Buna karşılık her zaman biraz düzensiz bulunan etkinlik dişildir ve takdir görmez. Farklı ülkelerde ve farklı zamanlarda bakış farklılıkları olabilse de, erilliğe yüksek değer biçilmesi değişmeyen, evrensel bir nitelik taşır.

- İki cinsiyetin birbirini tamamladığı hiçbir zaman düşü­nülmemiş mi?

- Şu veya bu bölgesel teoride bazen bu şekilde sunulsa da, gerçekte her zaman bir güçlü bir de zayıf cinsiyet, bir majör bir de minör cinsiyet var. Bir diğer örnek: Avcı toplayıcı toplu­luklarda erkekler yayları ve mızraklarıyla avlanarak et getirir. Et, çok beğenilen bir yiyecek olmasına rağmen grubun yiyecek gereksiniminin yalnızca yüzde 20'sini karşılar. Kadınlar ise daha az prestijli olan sebze meyve toplama rolünü üstlenmişlerdir ama bu şekilde yiyeceğin yüzde 80'ini karşılarlar. Bu halklarla ilgilenen bütün etnologlar aynı şeyi söyler, bu oran sabittir. Dolayısıyla aslında kadınlar grubun yaşamını sürdürmesinde çok önemli bir role sahiptirler. Oysa bu, dünyanın her yerinde avcılığın toplayıcılıktan çok daha fazla önem verilen bir etkin­lik olmasını engellemez. Dünya genelinde cinsiyete göre rol dağılımı erkeklerin lehinedir ve ön planda erkeğin çalışmasının ürününe önem verilir.


ÇOCUK DURMANIN SAĞLADIĞI MÜTHİŞ AYRICALIK”

- Demek ki cinsiyetler arası değer ayrımcılığı, bir bakışta göze çarpan anatomik farklılıklardan veya görevlerin dağılımın­dan farklı bir şeyden kaynaklanıyor. ..

- Kesinlikle. Ben bunun altında başka bir gözlemin yat­tığına inanıyorum: Çocuk doğuranlar kadınlardır. Eril bakış açısından bakarak ben bunu "çocuk doğurmanın sağladığı müthiş ayrıcalık" olarak adlandırıyorum. Burada anlaşılmaz olan bir şey var!

-Açıklar mısınız?

- Atalarımızın zekasını zorlayan sorun şuydu: "Nasıl oluyor da şekli diğer dişi bedenlerle bire bir aynı olan dişi bir bedenden -bir kadından-farklı şekilli bir beden çıkıyor?" Kadı­nın kendisiyle aynı şekli taşıyan bedenler üretmesi akla yatkındı, kadının kız çocuklar doğurmasında şaşılacak bir şey yoktu. Peki, kadınların kendilerinden farklı olanı üretmelerine, yani erkek çocuklar doğurmalarına ne demeli? Ve neden erkekler de kendileriyle aynı şekli taşıyan bedenler üretemiyorlar, neden onların erkek çocukları olmuyor?

- Bu gerçekten de çok esrarengiz görünmüş olmalı. Eski toplumlarda bu gizem nasıl çözülmüş peki?

- Bu soruya verilen yanıt her yerde aynıdır. Eğer kadınlar kendilerinden farklı olan bir şey üretebiliyorlarsa, bu bir güçten, onlara ait bir yetenekten kaynaklanmaz. Hayır; bu farklı şey onların içine dışarıdan yerleştirilmiştir. Çocukları kadınların içle­rine yerleştiren erkeklerdir. Zaman zaman, cinsel ilişkide kadın baskın hale geçer ve bir kız çocuk doğar ki bu da yararsız sayıl­maz, çünkü o da büyüyünce anne olacaktır. Ancak söz konusu erkek çocuklar olduğunda, onları kadınların içine yerleştirenler kesinlikle erkeklerdir. Kadınlar yalnızca birer dölyatağı, birer araç ya da Afrika' da denildiği gibi birer "tencere" den ibarettir.

- Yine de böylece erkek çocuklar üretiyorlar. Bu tencere rollerinde saygı göreceklerini düşünebiliriz öyleyse. ..

- Bazen saygı görmüşlerdir ama bu yine de kadına daha az değer verilmesini engellemez. Çünkü erkeklerin çözümlemeleri gereken pratik bir sorun vardır: "Çocuk doğurmanın sağladığı bu müthiş ayrıcalıktan" yoksun olan erkekler, erkek çocukla­rın kendilerinin olduğundan nasıl emin olacaklardır? Bunun için kadınları sahiplenmeleri gerekir. Bir çocuğun yetiştirilmesi zaman alır: Gebelik, ardından bazen 5 yaşına kadar sürebilen emzirme dönemi. Hatta 5 yaşında bile çocuğun beslenmek için annesine gereksinimi devam eder. Dolayısıyla erkek çocuk doğuran bu kadını alıkoymak ve sahiplenmek gerekir.

- Nasıl? Güç kullanarak mı?

- Güç -veya güçle korkutmak- bazen bunda rol oynayabilir ama bu şart değildir. İşin özü, kadınların özgürlüğünü çocukluklarından itibaren ellerinden almakta yatar. Kadınlar birey olma, diğer bir deyişle kendileriyle ilgili kararları kendileri alma hakkından yoksun bırakılırlar. Kendi yazgıları hakkında söz sahibi olamazlar; birer üretici, erkeklerin erkek çocuk sahibi olmak için gereksindikleri basit bir araç gibi verilirler. Bilgiye erişimleri de engellenir, çünkü erkeklerin bilgilerine erişmelerine izin vermek, onlara potansiyel olarak bağımsızlaşma imkanı sunmak anlamına gelecektir.

- Bilginin bir bağımsızlaşma aracı olduğu bilinci bütün kültürlerde var değil mi?

- Evet, yazının, kitapların, doğrulanmış bilimsel bilgilerin bulunmadığı kültürlerde bile, her zaman "bilen" ve saygı duyu­lan kişiler olur. Bu kişiler efsaneler, bitkiler, gizemler vb. hak­kında bilgi sahibidirler. Soruları yanıtlayabilirler. Samo3 toprak­larında buna ben de şahit olmuştum: Kadınlar şunu veya bunu yiyip yiyemeyeceklerini, hangi bitkiyi ne zaman toplayacaklarını danışmak için yağmur üstadına ya da toprak üstadına danışma­ya geliyorlardı. Bu sorulara, yanıtı bilen kişi karşılık veriyordu. Kuşkusuz kadınlar yaşamları süresince öğreniyorlardı ama bazı sorular için mutlaka bir bilene danışmak gerekiyordu. Doğal olarak, bilgiye erişimin engellenmesi, yazının bulunması ve bilgilerin kitaplara kaydedilmeye başlamasından sonra daha belirgin bir hal aldı. Özgürleştirici nitelik taşıyan bu bilgiye erişim, Batılı toplumlarda bile uzun süre kadınlara yasaklandı (Batı toplumlarında bilginin herkese açık hale gelmesinin ancak yüz yılı biraz aşan bir geçmişi vardır).

- Özel bir bilgiye sahip olan kadınlar da yok mu?

- Evet, şaman kadınlar, ebeler var tabii. .. Ancak burada sınırlı, belirli bir konuyla ilgili bilgiler söz konusu. Daha genel anlamıyla bilgi erkeklerin tekelindedir. Kadınların, kapatıldıkları ev yaşamının dışında kalan bu bilgiye ulaşması istenmez. Kadın cahil bırakılır, vesayet altında tutulur ve onun için biçilen yazgıyı kabul etmeye zorlanır. Kaderinde çocuk -özellikle de erkek çocuk-doğurmak, sonra da bu çocukları besleyip büyüt­mek vardır.

- Demek kadınları tahakküm altına almada yararlanılan araçlar şunlar: Bağımsızlığın kısıtlanması, bilgiden yoksun bırakma, ev hizmetine mahkum etme.

- Dolayısıyla güçten ve otoriteden de yoksun bırakma. Bütün bunlara bir de aşağılama durumu ekleniyor.

- Aşağılamaya varacak kadar ileri gidilmesinin nedeni ne peki?

- Bu bariz bir zorunluluk! Dişi cinsiyeti aşağılamadan, kadını kendisiyle ilgili kararları almaktan, bilgiye erişimden, güçten yoksun bırakmak nasıl haklı gösterilebilir ki? Elbette, aşağılama şarttır. Kadınları kendilerinin daha aşağı seviyede olduğuna inandırmak; eğer bağımsız değillerse, bunun özgür­lüklerini yanlış kullanacak olmalarından ileri geldiğini onlara hatırlatmak gerekir. Bilgiye erişemiyorlarsa, bunun nedeni akıl­dan ve yargılama yeteneğinden yoksun olmalarıdır; güce sahip değillerse, akılları bir karış havada ve kendiliğinden histerik olduklarındandır.

- Özetle, sonunda bu "doğal" duruma boyun eğmeleri için onları yeterince aşağılamak gerekiyor.

- Evet. Cinsiyetler arası değer ayrımcılığının temelini oluş­turan bu ilkel gözlemlerin tümüne, "arkaik egemenlik modeli" adını veriyorum ben. Bizler de hala bu modele göre yaşıyoruz.

Günümüzde küçük bir çocuğa yeni bir kız veya erkek kardeşin gelişinin nasıl açıklandığını düşünün. Benim gençliğimde çocuk­ları ya leylekler getirirdi ya da lahanalardan veya güllerden çıkarlardı o ayrı! Bugünse biyolojik gerçeğe uygun açıklamalar yapmaktan yanayız. Peki ne diyoruz? "Baba, annenin içine küçük bir tohum koyar, küçük tohum büyür ve bir gün bebek annenin karnından dışarı çıkar." Bu açıklama önemsiz görüne­bilir ama aslında arkaik egemenlik modelini tekrarlamaktadır. ilkel topluluklardaki gibi, kadın yine tencere konumundadır! Üstelik bu tencere örneği, barışçıl bir örnektir. Oysa bu arka­ik egemenlik modeli ceza olarak da kullanılmaktadır. Savaş zamanlarındaki zorlama gebelikleri buna örnek gösterebiliriz.

- Erkeklerin kadınlara tecavüz edip, düşük yapamasınlar diye onları bir süre rehin tutmalarından bahsediyorsunuz. ..

- İspanya İç Savaşı'nda, Francocular Cumhuriyetçi kadın­lara "Karnında bir Francocu taşıyacaksın," diyorlardı. Aynı duruma -ne yazık ki- eski Yugoslavya'da da şahit olduk. Müslümanlar Hıristiyan kadınlara "Karnında bir Müslüman taşıyacaksın! " dediler, Hıristiyanlar da Müslüman kadınlara tam tersini söyledi. Bu, bireyin bütün kimliğinin, politik ve dini kimliği de dahil olmak üzere, babanın sperminden geldiği anlamını taşıyor. Oysa tecavüz sonucu bile doğsa, doğacak çocuğun, eğitim ve içinde yetiştiği ortamın şekillendireceği bir birey olacağını herkesin bilmesi gerekir.

- Özellikle de politik ve dini kimlik açısından ...

- Bu cezalandırma davranışları, uzak atalarımızın düşünce ve ifade şekli olan arkaik egemenlik modelinin günümüzde biz­ler arasında da hala oldukça canlı olduğunu gösteriyor.


ERKEKLER ARASI REKABET

- Peki, erkeklerdeki bu kadınları aşağılama ve savaş zamanlarında her anlamda "işgal etme" isteği nereden geliyor? Burada kadınlar ile erkekler arasında bir rekabet mi söz konu­su? Erkekler "çocuk doğurmanın sağladığı müthiş ayrıcalıktan" mahrum oldukları için öç mü alıyorlar? Yoksa bu erkekler arasında bir mücadele, düşman kampındaki erkekleri yenme ve aşağılama arzusu mu?

- Burada erkekler arasında bir rekabet söz konusudur. Aynı durum, kadınların eşitçi olmayan dağılımı için de geçer­lidir. Çokeşliliğin yaygın olduğu toplumlarda bazı erkeklerin kendilerine bir eş edinmeden önce uzun süre beklemesi gerekir, çünkü daha güçlü, daha zengin olan diğer erkekler birden fazla eş alma ayrıcalığına sahiptir. Ancak iş bu kadarla da kalmaz. Erkeklerin cinselliği, diğer erkekler tarafından kendileri açısın­dan tehditkar ve zararlı görülür; buna telegoni düşüncesiyle ilgili inanışları da eklemek gerekir. Bu nedenle, tecavüz sonucu gebe bırakılan kadınlar, içinde yaşadıkları topluluk tarafından dışlanırlar. Artık onları kimse istemez. Diğer erkeklerin cinsel­liğinin erkekler için yarattığı tehlike; cinayet ve kadını "yalnızca kendine" saklama arzusuyla da kendini gösterebile­cek kadar ileri gidebilir.

- Burada erkeklerin erkek cinselliğinden iğrenmesi, kork­ması mı söz konusu? "Bir başka erkek karımın, kızımın, kız kardeşimin ırzına geçerse", o artık lekelenmiş bir kadın olur, uzaklaştırılması ve hatta öldürülmesi gerekir diye mi düşünü­lüyor?

- Bu durumda erkek de en az kadın kadar lekelenmiştir; hem lekelenmiştir, hem de kadın aracılığıyla tehdit altında kal­mıştır. Bunu antropolojik olarak analiz edebilirim; bu durum bizim zihniyetimize ilk başta yabancı gibi görünse de, aslında bize pek de uzak sayılmaz. Eski toplumlarda bir kadının kocasından başka bir de sevgilisi varsa, koca yalnızca lekelenmekle kalmaz, aynı zamanda tehlike altında da kalır. Burada vajina içinde iki gücün karşılaşması söz konusudur. Bu iki güç eşit ola­rak tanımlanmaz, çünkü erkeklerden biri rakibinin varlığından haberdar değildir. Aldatılan bir koca aldatıldığını bilmez ve bir başka erkek karısının vücuduna kocanın koyduğuyla aynı olan bir madde koyar. Bazı Afrika topluluklarında, bu iki maddenin karşılaşması çok tehlikeli bulunur: Erkeklerden daha zayıf ola­nın bu nedenle öleceği düşünülür.

- Nasıl?

- Çünkü kendi sıvısı artık normal olarak akamayacaktır. Ya üreme organlarına geri kaçacaktır (çok değişik hastalıkların, örneğin testisleri tutan fil hastalığının bu nedenle ortaya çıktı­ğına inanılır) ya da kan dolaşımına geçecek ve kan tükürmeye4 neden olacaktır. Bazı verem olguları, doğrudan doğruya eşin sadakatsizliğine bağlanır: Eşin vajinasında erkeği hasta eden bir madde bulunmaktadır. Burada iki güç, iki erkek arasında bir çarpışma söz konusudur. Zayıf olan, ilişkiden haberdar olmayan taraftır. Sevgili, hatta tecavüzcü, bilen kişidir. Eş ise zayıf konumdadır.

- Zinanın tehlikeleriyle ilgili bu arkaik düşünceler günü­müzde nasıl kendini gösteriyor?

- Bazı erkeklerin tecavüz sonrasında eşleriyle cinsel ilişkiye girmekten tiksinmelerinde mesela. Kadın ne kadar masum olur­sa olsun, artık tehlikeli hale gelmiştir. Bazı toplumlarda, koca karısını reddedebilir, boşayabilir, hatta öldürebilir.

- Buna, uzun yıllar kabul gören "erkeğin karısının sevgilisi­ni öldürme hakkına sahip olduğu" düşüncesi de eşlik ediyor mu?

- Evet, ikisinden birinin ölmesi gerekir. Koca kendi bölge­sini, "namusunu" korumakta ve böylelikle kendini korumak­tadır. Sevgiliyi öldürürse rekabet ortadan kalkar. Hatta "yüz karasını kanla temizlediği" bile söylenir. Bu şaşırtıcı bir ifadedir aslında, çünkü kan temizlemez, aksine lekeler! Ancak burada unutulmaması gereken bir başka nokta var ki o da eskiden spermin kan olduğuna inanılmasıdır. Erkek "kanla yıkayarak", kendi sperminin başka birinin spermiyle karşılaşmasından doğan tehlikeyi ortadan kaldırır. Rakibin spermini vücudundan (ve dolayısıyla karısının vücudundan) akmaya mecbur eder.

- Çok beylik bir saptamayı hatırlatıyor: İki aygır aynı çayıra salınmaz veya iki boğa aynı ahıra konmaz! Erkeklerin davranışı hayvanlarınkine bu kadar yakın olduğuna göre, belirli bir kadın doğası yoktur ama -bir dereceye kadar- bir erkek doğası vardır diyebilir miyiz?

- Materyalist söylemi reddetmiyorum, testosteronun varlığını yadsıyamayız! Diğer taraftan, iki boğayı aynı ahırda gördüm ben; eğer hayvanlar birbirine alışkınsa ve ortalıkta bir dişi yoksa bu mümkün olabilir. Ancak bir dişi varsa düşmanlık kaçınılmaz olur. Ayrıca hormonların etkisi hiçbir şeyin kontrol edilemeyeceği anlamına gelmez. Özellikle de insanlar hayvan olmadıkları için bu böyledir. Kültür ve mantık, insanın kendini, güdülerini kontrol etmesini de içerir. Erkekler kızışma döne­minde bağırıp boynuzlarını tokuşturan geyiklere benzemezler.


"ERKEK YÜREKLİ KADINLAR"

- Yine de ... Ne olursa olsun, kadınların doğurganlığının ve "çocuk doğurmanın sağladığı şu müthiş ayrıcalıklarının" erkekler tarafından sahiplenilmesi için bütün şartlar uygun gibi görünüyor.

- Kadının doğurganlığı ile erkek hakimiyeti arasında çok sıkı bir ilişki vardır. Doğurgan olmayan kadınlar hiçbir şekilde bu tür sorunlara yol açmazlar. Hatta hemen hemen bütün toplumlarda menopozla birlikte kadınların konumu radikal bir şekilde değişir ve neredeyse erkeğin konumuna yaklaşır. Kuşkusuz, tadını çıkaracakları saygı etraflarındaki erkeklere bağlıdır. Oscar Lewis'in çalışmalarından öğrendiğimize göre, Kanada'da yaşayan Kızılderililerden Pigeanlar'da, güçlü bir adamın en sevdiği kızı zengin bir adamla evlenir ve oğulları olursa, bu kadın menopozdan sonra "erkek yürekli kadın" mertebesine yükselebilir. Bu konumdaki kadınlar neredeyse bir erkeğin özgürlüğüne sahip olabilir, diğer kadınlara yasak olan davranışlarda ve etkinliklerde bulunabilirler; örneğin, yemin edebilir, herkesin içinde söz alabilir, alkollü içki içebilir, kutla­malar düzenleyebilir, adaklarda bulunabilir ve hatta ... Ayakta işeyebilirler!

- Ne şans ... Bu durumda, kadın saygı görüyor ama ancak bir erkek taslağı olarak ... Erkek her zaman için dişiye karşı üstünlüğünü korumuş oluyor!

- Evet doğru, zaten menopoza giren kadının özgürlüğüne kavuşması veya erkeğin konumuna yaklaşması her yerde söz konusu da değil. İlkel toplumların çoğunda menopoz, kadının kadın olarak görülmesinin sonlanmasına neden oluyor. Eğer kadın yaşlıysa, fakirse, onu koruyacak bir kocası veya oğulları yoksa dışlanıyor. Çoğunlukla böyle kadınlar kuşku çekiyor, büyücülükle suçlanıyorlar ve bir tehlike oluşturuyorlar.

- Yani, artık erkek çocuk doğurma yaşını geçmiş olan kadını elde tutmak için dövüşmeye gerek kalmıyor. Peki ya kısır genç kızlara ne oluyor? Onların yazgısı da öteden beri korkunç olmadı mı?

- Kısırlık öteden beri ve dünyanın her yerinde, yalnızca kadınlara özgü bir sorun olarak algılanmıştır. Eski zaman top­lumları bu konuda, bizim de ancak kısa süre önce edindiğimiz bilgileri değil, yalnızca somut gözlemleri temel almışlardır. Erkeklerle ilgili olarak, yalnızca iktidarsızlık bir çiftin kısırlığı­nın somut nedeni olarak görülmüştür. Aslına bakılırsa ne kadar ilkel görünürse görünsün hiçbir toplum, cinsel ilişki olmadan kadının çocuk sahibi olamayacağını bilir.

- Yontma Taş Devri'nde bile bunun anlaşılmış olduğunu mu düşünüyorsunuz?

- Kesinlikle, zaten etnolojik gözlemler de bunu doğruluyor. Belki de atalarımız kadının içine bir ruh girmesi gerektiğini düşünüyorlardı ama bu ruhun dünyaya gelebilmesi de ancak kadının cinsel ilişkiyle açılması ve "sulanması" sonucu müm­kündü. Bu inanış pek de tuhaf sayılmamalı aslında; bizim top­lumumuzda da buna benzer şeyler düşünenler, örneğin Bakire Meryem Ana'ya dua ettiği için kendisine bir çocuk bağışlandı­ğına inananlar yok mu? Ancak Meryem'in bağışladığı çocuğun doğabilmesi için yine de cinsel ilişki gerekecektir! Yine de eğer erkek iktidarsız değilse ve cinsel ilişkilerde bulunulmasına rağ­men çocuk hala gelmiyorsa, o zaman suç her zaman kadında bulunur. Kısır bir kadın eksik, tamamlanmamış bir mahluk ola­rak görülür. Bazen kısırlığının kendi suçu olduğu, bunun istemli veya istemsiz günahlarının bir sonucu olduğu kabul edilir. Bu durumda dışlanır, boşanır ve yerine yeni bir eş alınır.

- Ya yalnızca kız çocuk doğuran kadınlar, onlar da eksik sayılmıyorlar mı?

- Gerçekten de kısır olmamalarına rağmen onlar da pek makbul sayılmazlar. Dünyanın pek çok toplumunda ve bölge­sinde, yalnızca erkek çocuklara önem verilir. Oğlu olmayan bir erkeğe, hiç çocuğu yokmuş gözüyle bakılır. Beklediği bu oğlu kendisine vermeme kötülüğünden sorumlu olan da yine karısıdır. Kadın görevini yerine getirmemiştir ve bu kadın da kolayca gözden çıkarılabilir veya yerine yeni eş alınabilir.

- "Kadından sayılmayan" kadınların böyle dışlanmasına bütün ilkel toplumlarda rastlanıyor mu gerçekten?

- Genel olarak böyle ama bunun istisnaları da yok değil. İngiliz antropolog Evans-Pritchard'a göre, Batı Afrika'daki Nuerler'de, kısır olduğu anlaşılan evli kadınlar bir oğul veya erkek kardeş olarak ailelerine geri dönerler. Bundan böyle bir erkek olarak kabul edilirler; kendilerine ait bir hayvan sürüsü kurup, bir veya birden fazla eş edinebilirler. Bir kocanın bütün imtiyazlarına sahip olurlar ve eşleri ona hizmet edip, saygı gösterir. Başka bir kavimden bir hizmetkar edinip, onu eşlerini döllemede kullanabilirler ama bu dölleyici adam hiçbir babalık hakkına sahip olmaz. Baba kendisidir, "kocalık yapan kadın­dır" ve çocuklar da bu kadınlara "baba" derler.

- Diğer pek çok toplumdakine göre daha imrenilecek bir yazgı, buna rağmen yine kadından sayılmıyor.

- Çok doğru; kadını kadın yapan doğurganlığıdır. Erkek egemenliği, doğurgan olduğu çağda kadının doğurganlığına sahip çıkma arzusuna karşılık gelir.


ERKEKLERİN HİZMETİNDE

- Erkeklere göre kadınlar yalnızca çocuk doğurmazlar, aynı zamanda birer zevk kaynağıdırlar da ... Bir kadına sahip olmak ve onu diğer erkeklerin arzulu bakışlarından uzaklaştırmak istemelerinin bir başka nedeni de bu değil mi?

- Evet, kadınlar erkeklere, onlara hizmet etmeleri ve oğullar doğurmaları için verilir (doğan kız çocuklar da gereklilikten dolayı oradadırlar). Bunun yanında kadınlar erkeklere zevk de verirler. Hatta bazı toplumlarda (örneğin Yunanistan'da, Japonya'da, Hindistan'da, eski Yahudilikte), bu farklı görevler farklı kadın bedenlerine paylaştırılırdı. Evli­likte nikahlı eşle cinsel ilişkinin tek amacı çocuk yapmaktı; zevk verme görevinden sorumlu başka kadınlar vardı. Bu "zevk verici" kadınlardan doğan çocuklar meşru sayılmazdı.

Eski Yunan' da şehirlerdeki varlıklı erkeklerin, gynaeceum'da5 yaşayan, saygı gören ve yalnızca erkek çocuk sahibi olmak için cinsel ilişkiye girilen eşleri vardı. Ayrıca evde yaşayan ve evde­ki konforu sağlayan, gündelik yaşamın gerekleriyle, yemek ve çamaşır gibi işlerle uğraşan nikahsız eş vardı. Daha sofistike cinsel ve entelektüel eğlenceler hetaira6 olarak adlandırılan kadınların alanına giriyordu. Bu kadınlar ev işi yapmazlardı; ziyafetlerde erkeklere eşlik eder, felsefe hakkında konuşur ve tabii ki onlarla yatarlardı. Hetaira dışında, yalnızca cinsel zevkler için yararlanılan, entelektüel yetenekleri olmayan ger­çek fahişeler de bulundurulabilirdi.

- Tek bir erkeğin hizmetinde ne kadar çok kadın. .. Kadın­lara verilen rollerdeki bu ayrışmayı arkaik toplumlarda da gözlemlediniz mi?

- Hayır. Toplumların çoğunda bu roller ayrılmaz. Erkek karısını hem oğullarının anası, hem evde rahatını sağlayan, hizmetlerini gören kişi, hem de cinsel zevk aracı olarak kullanır!

- Eski çağlarda yaşayan farklı toplumlarda hangi formül benimsenmiş olursa olsun, kadınların bedeni erkeklere ait ve erkeklerin farklı gereksinimlerini karşılamaktan başka bir işlevi yok. ..

- Ensestin yasaklanmasının ve cinsel ilişkilerin erkeğe bir oğul dışında zevk de vermesinin önemli sonuçları olduğunu iyice anlamak gerek. Bu şu anlama gelmektedir: Teorik olarak bütün erkekler istedikleri kadını, kendilerine sunulan kadınlar­dan herhangi birini alma hakkına sahiptir. Bunun tek istisnası­nı, zaten başka bir erkeğin sahip olduğu ve koruduğu kadınlar oluşturur. Koruma altında olmayan bir kadın alınabilir. Erkek güdüsü her zaman haklı ve meşru görülür, böyle olması normal karşılanır. Bunu ben "erkek güdüsünün mutlak meşruluğu" olarak adlandırıyorum.

- Bu güdü hep böyle, meşru ve bastırılamaz olarak mı kabul edilmiştir?

- Evet. Bu bize atalarımızdan gelen arkaik egemenlik modelidir; bizler de bu kabullenmenin dışına çıkamamışızdır. Erkek güdüsünün meşruluğu hiçbir zaman sorgulanmaz. Bu güdü doğal kabul edilir -ama yalnızca erkekler için. Tabii şunu da eklemeliyiz: Doyurulması için kadınlara gereksinim vardır. Bunun aksine, kadın libidosu her zaman sıkı bir şekilde denet­lenir. Birçok toplumda kızların evleninceye kadar bakireliklerini korumaları, sonra da kocalarına sadık kalmaları şart koşulmuş, zina şiddetle cezalandırılmıştır. Evlilik bu anlamda bir "cinselli­ğin tekelleştirilmesi anlaşması"dır.

- Erkek güdüsünün bastırılamayacağı kabul edilse bile, bunun bir kadın bedeninde doyurulması neden meşru olarak görülüyor?

- Gerçekten de neden? Bence bu belirgin gereksinimin mükemmel bir şekilde baskılanması mümkün. Sadakat, hatta bekaret yemini eden birçok erkek bunu gayet güzel başarıyor.

Diğer yandan, bu taşan enerjiyi boşaltmanın başka yollan da var! Ama hayır, toplumlar bunun için bir kadın bedeni gerek­mesini doğru buluyor gibidirler, hatta bazı toplumlarda bir çocuk bedeninin de "iş görebileceği" kabul edilir.

- O zaman burada aslında aranan şey haz mı yoksa haki­miyet kurmak mı? Belki de kadın bedenine veya kendinden zayıf olan bir bedene uygulanan şiddet/zorbalık da erkeğin hazzının bir parçası oluyor. ..

- Penetre eden/penetre edilen (içine giren/içine girilen) ilişkisinde de şiddetle/zorbalıkla ilişkili bir yön var zaten. Erke­ğin edilgenliğinin yüceltildiği Hindistan'da bile, penetre eden erkektir, ona şiddet/zorbalık uygulanamaz. Hem Freud hem de Gandhi, şiddetin/zorbalığın ilk modelinin cinsel penetrasyon olduğunu söylemişlerdir. Bu erkekler arasında da gerçekleşe­bilir. Paul Veyne, eşcinselliğin ve oğlancılığın yaygın olduğu Eski Roma'da, penetre edilenlerin radikal bir küçümsemeyle karşılaştıklarını belirtir. Özgür bir erkeğin bir köle tarafından penetre olmayı kabul etmesi, korkunç bir utanç kaynağı olarak görülür ve statüsünü kaybetmesine yol açardı! Oysa bunun tersi önemsizdi: Bir Romalı tatmin olmak için kadınların bedenleri yerine genç erkeklerin bedenlerini kullandı diye eşcinsel sayıl­mazdı.


Kadınların En Güzel Tarihi, Nicole Bacharan, Sylviane Agacinski vd., T. İş Bankası Yayınları, S.3-22


1Söyleşiyi yapan yazar. Tarihçi, siyaset bilimci. https://en.wikipedia.org/wiki/Nicole_Bacharan

2Antropolog, Etnolog.. https://tr.wikipedia.org/wiki/Fran%C3%A7oise_H%C3%A9ritier

3 Burkina Faso'nun kuzeybatısında Mali sınırına yakın yaşayan etnik grup. (ç.n.)

4 Kadının ilk cinsel ilişki yaşadığı erkeğe ait spermlerin, daha sonra beraber olduğu erkeklerle ilişkisinden doğan çocuklar üzerinde de etkisinin olabile­ceğini ileri süren görüş. (ç.n.)

5 Eski Yunan'da zengin erkeklerin evlerinde kadınlar için ayrılan ve yalnızca evin erkeğinin girebildiği yer; bir çeşit harem. (ç .n.)

6 Hetairalar (eski Yunancada "eş" anlamında) kültürlü fahişelerdi. İyi bir eğitim verilerek yetiştirilen bu kadınların hizmetleri cinsellikle sınırlı değil­di. Çoğu bağımsız ve zengindi. Düşünürlere, siyasetin önde gelen isimlerine ilham veren ünlü hetairalar vardı. (ç.n.)

Perşembe, Temmuz 13, 2023

Hegemonik Erkekliğin Görünür Yüzleri

 


Çal
ışmamızda ulaştığımız kategorileri belirlerken hegemonik erkeklikle ilgili geniş bir literatür taraması yapılmıştır. Bu tarama sonucu ulaştığımız hegemonik erkeklik tanımlarından ve bu tanımları somutlaştıran niteliklerden hareketle çalışmanın iskeletini oluşturan “hegemonik erkeklik havuzu” belirlenmiştir. Literatür taraması boyunca ulaşılan, hegemonik erkeklik imaj seti olarak da tarif edilen nitelikleri kapsayan bu havuz beden imgesi, sosyal hayat, kişisel özellikler, sosyal statü, askeri disiplin ve itaat, delikanlılık olmak üzere 6 temel başlığı içermektedir. Sözü edilen nitelikler bu temel başlıkların alt başlıkları olacak şekilde aşağıda verilmektedir

 Hegemonik Erkeklik İmajını Oluşturan Niteliklerin Sınıflandırılması

1. Beden İmgesi: Hegemonik Erkeklik ve Beden

  • Fiziksel güç ve dayanıklılık

  • Acıya dayanıklı: zihinsel ve duygusal güç

  • Hızlı ve çevik

  • Spor

  • Macera

  • Cinsel güç

  • Cinsel meta

  • Kaslı, atletik vücut

  • Heybetli vücut özellikleri

  • Sakal ve/veya bıyık bırakan, kıllı

  • Giyim

Kadının Kadına Uyguladığı Mobbing: Pembe Taciz


AI

80’li yıllarda, iş yaşamında “mobbing” kavramını ilk kez kullanan Heinz Leymann’ın mobbing tanımının literatürde en çok atıf yapılan tanım olduğu görülüyor. İsveç’te yaşayan Alman asıllı endüstri psikoloğu Leymann’a göre çalışma hayatında psikolojik taciz (mobbing), bir veya birden fazla kişi tarafından, sistematik olarak genellikle bir kişiye yöneltilen ve bu kişiyi çaresiz ve savunmasız bir duruma iten, hasmane, ahlak dışı ve süreklilik arz eden eylemler aracılığıyla kurulan iletişim biçimidir. Leymann buna “psikolojik terör” de demektedir.

Doktrinde bu kavramı Türkiye’ye tanıtan kişi ise çalışma psikoloğu olan Prof. Dr. Pınar Tınaz’dır.

Tınaz’ın bu çalışmalarından birinde işyerinde psikolojik taciz (mobbing) kavramını “işyerinde diğer çalışanlar veya işverenler tarafından tekrarlanan saldırılar şeklinde uygulanan bir çeşit psikolojik terör” olarak tanımlamaktadır. Tınaz’a göre işyerinde psikolojik taciz kavramı, kişinin saygısız ve zararlı bir davranışın hedefi olmasıyla başlayan bir süreci ifade etmekte olup sistematik bir şekilde uygulanan her türlü kötü muamele, tehdit, şiddet ve aşağılama gibi davranışları kapsar. Doktrinde psikolojik tacizin, çalışanlara sadece üstleri tarafından değil, astları veya eşit düzeydeki çalışanlar tarafından da yapılabileceği kabul edilmektedir.

Türk Dil Kurumu “mobbing” kelimesinin karşılığı olarak “bezdiri” kelimesini kullanmış ve “bezdiri”yi ise “işyerlerinde, okullarda vb. topluluklar içinde belirli bir kişiyi hedef alıp, çalışmalarını sistemli bir biçimde engelleyip huzursuz olmasına yol açarak yıldırma, dışlama, gözden düşürme” şeklinde tanımlamıştır.

Turhan’ın 2013 yılında yaptığı çalışmada mobbing konusunu kamu görevlileri açısından ele alması bakımından incelemeye değer bir çalışmadır.

Salı, Temmuz 11, 2023

Cam Tavan Sendromu

 


Cam tavan sendromu kavramı kariyer yönetimi ile alakalı güncel konularda sıklıkla karşılaşılan kavramlardan biridir. Cam tavan sendromunun daha detaylı anlaşılması açısından ortaya çıkan sebep/sonuç ilişkilerini ilgili literatür ile ilişkilendiren “Pire Deneyi” ile başlayarak anlatılmıştır:

“Bilim insanları pirelerin değişik açılarda zıpladıklarını gözlemlemişlerdir. Aralarından birkaçını seçip 30 cm boyutundaki fanusun içine yerleştirirler ve cam fanusun üzerini kapatırlar. Alt kısımda metal zemin ısıtılır ve bu ısıdan tedirgin olan pireler zıplayarak oradan uzaklaşmaya çalışırlar fakat baş kısımlarını tavandaki cama çarparak düşerler. Yer sıcak olduğu için yeniden zıplarlar, yine aynı sorunla karşılaşırlar. Pireler camın ne olduklarını tanımadıkları için kendilerini neyin mani olduğunu anlamakta güçlük çekerler. Her defasında başlarını camın üst zeminine vuran pireler en nihayetinde o kısımda 30 santimden fazla zıplamamaları gerektiğini öğrenmiş olurlar. Sonunda tümünün 30 cm zıpladığı anlaşılınca deneyin ikinci bölümü başlatılır ve fanusun üzerine konan cam tavan yok edilir. Yere tekrardan ısı verilir. Pirelerin hepsi, aynı açıda 30 cm yüksekliğe zıplarlar. Artık üst kısımlarında cam handikapı yoktur fakat daha fazla yüksekliğe zıplama imkanları olduğu halde pirelerin hiçbiri atılganlık gösteremezler. Kafalarını cama çarparak öğrendikleri bu kısıtlayıcı yaşam dersine bağlı halde yaşarlar. Gitme olanakları olduğu halde gidemezler. Çünkü bu engel bundan sonra zihinlerine yerleşmiştir. Onları kısıtlayan engel ortadan kalkmasına rağmen zihinlerindeki handikap mevcudiyetini devam ettirmektedir. Bu deneyde canlılar neyi başaramayacaklarını ne şekilde bellediklerini gösterir, yani burada ortaya öğrenilmiş çaresizlik kavramını karşımıza çıkarmaktadır. Bu pirelerin üzerinde yapılan deney “cam tavan sendromu” nu anlamamızı kolaylaştıran bir durumdur.”

Cam tavanın kavramsal alt yapısına ait görüşler ilk defa 1970’ li yıllarda ABD’de görülmektedir. Çalışma hayatında bulunan kadınların, kurumsal önyargılar ve durumlar nedeniyle, üst seviye mevkilere yükselmelerine mani olan görünmeyen, yapay handikaplar şeklinde ifade edilmiştir

Sendrom ile alakalı ilk yazılı belge 1984 yılında Adweek dergisinde yer almaktadır. Kavramla ilgili olarak Gay Bryant ‘kadınların belli bir yere ulaştıklarını ifade ederek ulaştıkları belli yere de cam tavan şeklinde nitelendirmiş, kadınlar orta kademenin tepesindedirler, sabit bir şekilde duruyorlar ve o kıskaca sıkışmış haldedirler’ ifadesini kullanarak cam tavan sendromunu basit olarak açıklamaya çalışan ilk gözlemci araştırmacıdır denilebilir.

Adweek dergisinden sonra cam tavan sendromuna kökensel olarak 24 Mart 1986 yılında Hymowitz ve Schelhardt tarafından Wall Street Journal’da kurumsal kadın üzerine yayımlanan anlatımda yer verilerek akademik literatürde yerini almıştır. Cam tavan kavramı, kadın çalışanların yükselmelerine mani olan görünmez handikapları nitelendirmek için kullanılan bir kavram olarak tanımlanmaktadır.

...

Kraliçe Arı Sendromu

 

AI yaptı. Ben söyledim o yaptı. DK 

Bu olgu, diğer kadınlardan uzaklaşarak, eril kültüre adapte olmuş ve erkek egemen iş ortamlarında bireysel başarı elde eden kadınlara atfedilmektedir.

Arı kovanında tek hâkimin kraliçe arı olması gibi, iş hayatındaki kraliçe arılar da tek olmak istemektedir. Hemcinslerini kendilerine karşı rakip olarak görebilmektedir. Daha da vahim olanı ise kendi varlıkları için diğer kadın çalışanları tehdit olarak görüp, bu düşünce doğrultusunda davranışlarını şekillendirebilmektedir.

Sahip oldukları konuma gelebilmek için onlarca barikatı aştığını düşünen yönetici kadınlar, iş yerlerinde olumsuz bir tutum içerisine girmeyi kendilerine bir hak olarak görebilmekte ve astlarına baskı uygulayabilmektedir. Bazen de yönetici koltuğundaki kadınlar astlarına uyguladıkları otokratik, kırıcı davranışları farkında olmayabilmektedir.

Literatürde kraliçe arı fenomenine son yıllarda ağırlık verildiği, araştırmaların “sosyal kimlik teorisi”ne dayandığı görülmektedir. Sosyal kimlik teorisi açısından bakıldığında kraliçe arı sendromu, kadın cinsiyetinin değersiz, erkeklerin ise egemen olduğu geleneksel yapıdaki örgütlerde, yönetim pozisyonuna yükselmeyi başarmış kadının kendisini grubun geri kalanıyla karşılaştırması ve toplumsal cinsiyet kalıp yargıları nedeniyle olumsuz değerlendirilen kadın grubundan ayrılarak olumlu olan erkek grubuna girmeye çalışması sonucunda ortaya çıkmaktadır.   

Bu konuda yapılan bir çalışmanın sonuçlarına göre “kadın çalışanların kendilerini diğer kadın çalışanlardan izole ederek farklılaştırmaya çalışmalarının altında genel bir tutum olarak kadınları küçük görmeleri veya beğenmemeleri yatmadığı, iş hayatında daha önce yaşadıkları cinsiyet odaklı olumsuz deneyimler yüzünden ait oldukları cinsiyet grubundan kendilerini ayrıştırmayı başarı olma yolunda daha anlamlı bir strateji olarak kabullenmeleri yatmaktadır."

Kraliçe arı sendromu, örgütlerde çalışan kadınların birbirlerine destek vermemeleri, istememeleri sonucunda kadın liderlerin kadın astlarına bile isteye olumsuz davranışlar sergilemesi ve kadın yöneticilerin hemcinslerinden kasıtlı olarak uzaklaşmaları olarak ifade edebilir. 

Pazartesi, Temmuz 03, 2023

Uygulamalı Feminizm Dersleri Ders 1: Ataerkillik (Patriyarka) Nedir?

 Dilara Kahyaoğlu


DERS 1Ataerkillik (Patriyarka) Nedir?




Kadınlar Sahnesi’ni oluşturan kadınların bir kısmı bugün özel bir toplantı için bir araya gelmişti. Haftada bir provalarından zaman ayırarak bir araya gelmeyi adet edinmişlerdi. Bu tip çalışmalara herkes gelmese bile sayıları beşin altında düşmüyordu. Bu da çalışma yapmak, tartışmak için yeterli bir sayıydı.

O günkü toplantı Ataerkillik (patriyarka) üzerine olacaktı. Bu konuyu somut örnekler, anekdotlar, görsel ve yazılı belgeler üzerinden tartışmaya karar vermişler ve hazırlık yaparak çalışmaya gelmişlerdi. Bir masanın etrafında toplaştılar. Kimisi makinesini de getirmiş, açmış bekliyordu. Kayıt için makine de getirilmişti. Saliha ara sıra video ve fotoğraf çekerek bu günkü çalışmayı görsel olarak belgeleme işini üzerine almıştı. Hülya, o günkü çalışmayı yönetmeye gönüllü olmuştu ve kayıt düğmesine basarak çalışmayı başlattı.

İlk önce toplantıya misafir olarak katılan Cemre’nin anlattığı kendi öyküsünü dinlemeye başladılar.

Kaynak 11

Anne baba evinden ayrılıp yalnız yaşamaya karar verdiğimde 30 yaşımdaydım. Kiraladığım ev İstanbul’un iyi bir semtinde, yedi sekiz katlı bir apartmanın en alt katındaydı. Taşındıktan bir müddet sonra evde yalnız olduğumu anlayan erkek kapıcının bakışlarının değiştiğini hissettim. Sürekli gözü üzerimdeydi. Gördüğü zaman selam vermezdi. Onunla konuşunca da zorla ağzından laf çıkardı. Bunun esas nedeninin erkek arkadaşımın eve gidip gelmeye başlaması olduğunu düşünyorum. Çünkü o daha ortalıkta yokken bile kapıcının bakışları rahatsız ediciydi. Gözlerini benden kaçırırdı, bakışları ya göğüslerime ya da bacaklarıma kayardı. Evde bile etek veya şort giymemeye başlamıştım. Üstümde genellikle bol bir eşofman olurdu. Veya kapıyı açarken üzerime uzun sabahlığımı giymeyi adet edinmiştim.